Geçen hafta gerçekleştirilen ve varlığına sahip çıkılan “Tepebaşı Medoş Lalesi Festivali”nin görüntülerine bakarak, kendi kültürümüze ve varlıklarımıza sahip çıkmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu düşündüm.
Bugün Lefkoşa’nın ünlü Severis Fabrikası’nın yerine kocaman beş yıldızlı bir otel yapıldı. Hatırlayacaksınız 1963 çarpışmalarında camları kurşunlardan delik deşik edilen bir binaydı Severis’un un fabrikası. İşte oraya dikilen otelin Adı “Golden Tulip” veya “Pasha”dır. Yani adını bizim meşhur “Medoş Lalesi”nden aldı.
Herhalde bu festivalin ismini iyice düşünenler bir soru sormuşlar veya soracaklardır.
“Neden Tepebaşı Lalesi değil de Medoş Lalesi’dir bu çiçeğin ismi?”
Bence de yeni nesiller böyle bir soruyu sormakta haklıdırlar.
Tarımcılar veya ziraat mühendisleri, botanikçiler bu çiçeğin ada üzerindeki yayılış haritasına bakarak, hangi çiçeğin hangi bölgede yoğun olduğunu incelemişlerdir. Mesela bu lalenin en yoğun olduğu bölge, Lefkoşa kentinin güneyindeki “Medoş bölgesindeki Cikko Manastırı” bölgesidir. O kokulu nergis çiçeklerinin soğanları da, Mesarya ovasındadır. İletişim veya ulaşımın en zayıf olduğu bir dönemde Tepebaşılılar bu lalenin, sadece kendi bölgelerinde olduğunu biliyorlardı. Halbuki bu lalenin hası, Medoş bölgesindeydi ve ismini de o bölgeden almıştır.
Yani adı “Medoş Lalesi” kaldı.
Geçmiş yılları anımsayınca o güzel günlerin ne kadar değerli ve hafızlara kazınan bir pembe fotoğraf olduğunu anlar. Özellikle altmış yaş üzerindekiler.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1940’lı yılların sonunda ailece faytona binerek piknik yapmak için Medoş tarlalarına giderdik. Hem de lale zamanı. Arabayı çeken atın nal sesleri siyah asfaltın üstünde şaklardı. O tekdüze sesler bize bambaşka bir haz verirdi. Uzun yolu teperek Cikko Manastırı’nın çamlı yoluna geldiğimizde, bir sürü keşişi yol boyunca yürür halde görürdük. Ayrıca çam kütüklerinden yapılan hamur teknelerinin yeni yontulmuş hallerine de şahit olurduk.
Lale tarlası manastırın pek de uzağında değildi. Faytondan inip, piknik çantalarımızı en yakın zeytin ağacının altına bıraktığımızda, rahmetlik babam faytoncunun yeniden bizi araması için onu öder ve saatini söylerdi.
Piknik örtüsü yayılıp tüm yiyecekler üzerine yerleştirilirken, ben de ablalarım ve ağabeyimle çoktan lale tarlalarına dalmış olurduk. Ne kadar çok kırmızı lale vardı. Zeytin ağaçları arasına ekilen ekinlerin arasında boy boy uzanan kırmızı laleler gerçekten Kıbrıs insanının gerçek bir kültür çiçeğiydi ve bambaşkaydı. Dönüşümüzde demet demek kırmızı lale toplar, hem sınıfımızdaki vazomuza, hem de evdeki vazolarımıza koyardık.
Bir anı olarak usumda kalan bir başka şey de, orada piknik yapan insanların, Türk veya Rum olsun, manastır dibindeki çeşmeden su alışları ve manastır keşişlerinin piknikçilere nohutlu ekmek ikram edişleridir.
Şayet toplumsal kavgalarımız olmasaydı, herhalde o mekanlarda yine piknik yapar olacaktır. Lakin savaşlar ve silahlar, Rumların ENOSİS saçmalıkları herşeyi alıp götürdü. Şimdi Türkler kuzeyde Tepebaşı’nda aynı lalenin festivalini yapıyorlar. Ya Rumlar?
Bir taksici arkadaşım vardır. Bir gün güneydeki işi nedeniyle sınırı geçeceğinde bana “Gel şöyle bir turlayıp dönelim” demişti. Arabaya girdiğimizde aklıma Cikko Manastırı ve Medoş Laleleri gelmişti.
Esasında benim yıllar önce bıraktığım Lefkoşa, artık eski Lefkoşa değildi. Taksici dostum arabasını tam Cikko Manastırı’nın önüne park ettiğinde;
“İşte Cikko Manastırı budur” demiş ama ben de çok büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım.
“Cikko Manastırı” dendi mi, aklıma çamlı yol, yol kenarına serpiştirilmiş yontu hamur tekneleri ve yol boyunca gidip gelen keşişlerle kırmızı laleler gelmişti. Ama bütün bunların yerinde yeller esiyordu, tek bir manastırdan başka. Bütün tarlalar apartmanlarla dolmuş, geniş caddeler yapılmış, sokaklar araçlardan geçilmez olmuş...
“Vay be” dedim kendime. “Nerde o güzelim Medoş laleleri ve tarlaları, piknik yapan insanlar ve nohutlu ekmekler?”
Galiba biz Türkler kendi kültürümüze daha bir dört elle sarılıyoruz. Şayet Saray Otel’in üzerine çıkar ve Lefkoşa’yı şöyle kuşbakışı izlerseniz, orada güneyle kuzeyin kentleşmesindeki tezatları görebilirsiniz. O tezatlarda kuzeyin otantik ve eski Osmanlı eserlerini görebilirsiniz. Lakin güneyde tek bir eski eserden eser kalmamış.
Bakınız Medoş Lalesi bizi nereden nereye sürükledi...
Kısacası kendi bitti ama adı “Medoş Lalesi” kaldı...