“Gecenin İşçileri”, kitabın henüz ikinci bölümünde çıkar karşımıza. “Geceyi örenler”, geceyi hazırlayanlar onlardır ya da [o]nların işi, geceyi hazırlamak: Yer yer çukurlar açmak örneğin; gecenin kolaylıkla birikip doldurabileceği çukurlar...

Gecenin işçileri gündüz saatlerinden tedirgin olurlar. Günün gerisinde duran karanlık onların gözünde saltık bir mutluluktur. Gecenin işçilerinin yaptığı [t]ükenmez bir karanlık sütü, kurumaz bir memeden emmektir.

İkindinin ilk saatlerinde, yani aydınlık azalmaya başladığında -çoğu insanın dikkatini çekmemiş de olsalar- görünmeye başlarlar. Akşam saatlerinde gecenin işçilerini görmek çok kolaydır artık herkes için. Oysa gecenin işçilerini tanımak hiç de kolay değildir. Zaten [i]stenen tanınmamaları; görevlerinin ürkütücülüğünden başka bir şey düşündürmemeleridir. Gecenin işçilerinin kimin –ya da kimlerin- buyruğu altında oldukları üzerine çeşitli söylentiler vardır, ama kimse bilmez gerçeğin ne olduğunu. Çünkü, perdenin ardında ipleri ellerinde tutanların dünyasını bilenler, yalnız ipleri ellerinde tutanlardır.

Aydınlık azalmaya başladığında ortaya çıkmaları da nedensiz değildir esasında. Gecenin işçileri, daha ikindi üzeri ortalıkta görünmekle yaratacaklarını bildikleri ürküntüyü sürdürmek, uzatmak, yeni ürküntüler yaratabilmek için çalışırlar. Bunun için incenin incesi buluşları vardır: Susmak, kıpırdamamak, görünmemek, yokmuş gibi davranmak...

Gecenin işçileri sokak aralarında gezerler, kimin hangi eve nasıl girdiğini gözler, kendileri gibi olmayanların girdiği kapılara, pek de belli olmayacak biçimde bir im çizerler. Bunu belli bir mantığa dayandırır gibi görünmelerine rağmen, kapılar biraz da rasgele imlenir gibidir. Gecenin karanlığında olur böyle şeyler, sonuçta “ya bizdensindir, ya da onlardan”.

Peki kimdir bu “gecenin işçileri”? Yazar/anlatıcı da bu minvalde bir soru sorar: Gecenin işçileri, hep altta kaldığı duygusuyla bunalmış insanlardan mı derlendi? Çocukluğundaki umacılardan kurtulamayan, sevdiklerini gönüllerince saramayan, etlerini istedikleri etle birleştiremeyen insanlar mıdır hep, bu işçiler? Bu sorunun yanıtını bilmek, bilinse de bu yanıtı dile getirebilmek pek kolay değildir. Belki ilk başlarda öyledir, belki de değil. Ama bir noktadan sonra, gecenin karanlığında artık herkes, her ses ve her şey birbirine karışmış, karşıtlar birbirine dönüşmüş, söylentiler birbirini ve “söylem”i yiyip bitirmiş durumdadır.

Herkesin uyuduğu, ya da ışığını söndürüp karanlıkta kaygıyla beklediği saatlerde bunlar “Gece Gelecek” diye yazarlar şehrin her yanına. Küçük gecelerin küçük sabahlarında yola düşen herkes, büyük gecenin (küçük de olsa “sabah” denecek bir sabahı hiç gelmeyecek bir gecenin) habercisi olan bu yazıları okur. Böylece, bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olan dil üzerinde de baskı kurar, dili sahiplenir, söylentiden söyleme kadar dile hâkim olmaya girişirler. Artık bu dil rejiminde Güneş Hareketi, Yargılamalar Bakanlığı, Bilgiler Sarayı, Başkent Araştırma Merkezi adında kurumların olmasını kimse yadırgamaz. Aydınlık, karanlık, gece, gündüz, işçi, insan kelimeleri kendi anlamlarına gelmez artık bu dilde. Tıpkı bugün demokrasi, barış, savaş, olağanüstü hâl, seçim, millet, irade, sokak ve gazetecinin asıl anlamlarına gelmediği gibi. Bu dil, artık “gecenin dili”dir çünkü.