Kıbrıs Türkçesi’nde, kendine özgü ilginç sözcük ve deyimler vardır. “Yalancı dolma,” “yalancı köfte” gibi! Bir diğeri, artık pek kullanılmayan “yalancı meme” olup emzik anlamındadır.  
Artık ayan beyan ortaya çıktı ki 50 yıllık görüşme süreci, aslında Kıbrıs Türkleri’nin ağzına verilen bir “yalancı meme”den başka şey değilmiş.
Rum tarafı bakımından, 21 Aralık 1963 öncesinde Makarios’un Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nda yapmak istediği 13 değişikliğin özünden hiçbir sapma yok! Hedef hep aynı, açık ve net oldu: Enosis, o olmazsa tek başlarına “Kıbrıs’ın devleti” olmak!
Kıbrıs Cumhuriyeti’ni zaten sahiplenmediler mi ve bunu dünyaya kabul ettirmediler mi diye sorulabilir. Doğrudur da Kıbrıs Türkleri ve özellikle Türkiye bu durumu kabul etmedikçe, Kıbrıs Devleti’ni sahiplenmelerinin; “nakıs/yarım,” hatta “eğreti” olduğunun ve bir gün başlarına iş açacağının ayırımındadırlar ve bu engeli de aşmaya çalışıyorlar.

HER ŞEY, TÜRK TARAFI İÇİN “GAFLET” ANLAMI TAŞIYAN 4 MART 1964 BM GÜVENLİK KONSEYİ KARARI İLE BAŞLADI

 Zürih ve Londra Anlaşmaları ile iki toplum ve bu iki toplumun siyasal eşitliği temelinde, Türkiye, Yunanistan ve Türkiye’nin garantörlüğünde fonksiyonel federal devlet olarak kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Makarios’un “ENOSİS için sıçrama tahtası” olarak gördüğü, tarihi bir gerçektir.
“Doğrudan ENOSİS”in taşıdığı potansiyel güçlükler karşısında, (başlangıçta belki bilinçli ve planlı olmasa da) Rum politikası, her dönemde “yalnız ve yalnız Kıbrıs’ın tek egemeni olmayı” hedefledi. Bu bağlamda Türk tarafının “inanılmaz bir gafletle” onay verdiği 4 Mart 1964 BM Güvenlik Konseyi kararı ile uluslararası camia nezdinde “Kıbrıs Hükümeti” sıfatını kazandılar. Oysaki aslında ve özünde o karar, adı konmamış bir “darbe”nin, yani hukuksal temelden yoksun bir hükümete/devlete zorla el koymanın onayından öte bir şey değildi. 
O karar, Kıbrıs’taki “hükümet” sorununa “geçici” bir çözüm getiriyor; tarafların, uluslararası hukuk belgeleri (Zürih ve Londra Anlaşmaları) ile bu belgelere dayalı Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’ndan kaynaklanan “meşru” haklarını devam ettiriyordu.  Oysa Rum - Yunan tarafı, o karardan sonra yalnız “Kıbrıs Hükümeti” değil, “Kıbrıs’ın Devleti” olma stratejisi ile hareket etti. Sonuçta Kıbrıs’taki “hükümet” sorununa “geçici” bir çözüm getiren 4 Mart 1964 BM kararını tersine çevirerek,  tek başına “Kıbrıs’ın Devleti” olma yolundaki politikayı uygulamaya başlayıp bu yönde adım adım ilerlediler.
1964 - 1967 arasında bu işi zorla, silahlı güç kullanarak bitirmeye çalıştılar. Bu stratejinin “kayaya toslaması” anlamındaki 15 Kasım 1967 Geçitkale/Köfünye – Boğaziçi/Aytotro Saldırısı öncesinde, Rum tarafı, BM ile yaptığı görüşmelerde, konunun “egemenlik sorunu” olduğunu ve bundan dolayı “güç kullanma hakkı olduğunu” iddia ediyordu.
Bu “kayaya toslama,” Makarios’a taktik değişikliği yaptırdı. Artık zamana oynanacak, bu iş silahla değil, politikayla/diplomasiyle yapılacaktı.  15 Temmuz 1974 darbesi, Makarios’un bu politikasını kabul etmeyip “hemen Enosis” peşinde olanların (Yunan cuntası ile EOKA artıklarının) işiydi ve bu da 20 Temmuz 1974’te ikinci kez kayaya tosladı.
20 Temmuz 1974 sürecinde, altında Yunanistan ve Kıbrıs Rumları’nın imzası olan “iki fiili yönetim” saptaması yapılmasına karşın Rum tarafı hedefinden hiç şaşmadı.   
Bütün bu süreçte bir tek Avrupa Konseyi, fiili durumu başlangıçta kabul etmedi ama zaman içinde o da tutum değiştirdi.
Bana göre Türk diplomasisinin başka bir başarısızlığı ya da gafleti olan “Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girmesine karşılık Rum Yönetimi’nin AB üyeliğine göz yumulması” olayı, sözünü ettiğim Rum - Yunan stratejisinin somut başarısıdır. AB, kendi en temel değerlerini çiğneme pahasına, bile bile  buna alet oldu. Tabii her zaman ve her ortamda olduğu gibi, esas “numarayı çeken” İngiltere idi.
Rum tarafı, AB üyeliği ile amacına daha da ulaştı ama yine de “ne olur ne olmaz hesabıyla” “Kıbrıs’ın Devleti” statüsünü daha da ileri götürecek hedeflerden şaşmadı.
Uzun uzun anlatmaya gerek yok! Aslında sürekli olarak “ateşle oynama pahası”na tırmandırdıkları “petrol ve doğal gaz” konusu da aynı stratejinin bir parçasıdır. Bu badireyi de hedefleri doğrultusunda aşarlarsa, tek başlarına Kıbrıs Cumhuriyeti sahipliği konusunda önlerinde engel kalmayacak.  

GÖRÜŞME MASASINDAKİ RUM HEDEFLERİ ÖZDE HİÇ DEĞİŞMEDİ
Rumlar’ın 50 yıllık görüşme sürecinde hiç değişmeyen hedefleri, onları, Enosis’e giden yolda  tek başlarına “Kıbrıs’ın Devleti" yapmaya yönelik stratejilerini ilerletme yönünde oldu:
-Rum Cumhuriyeti’ne dönüşen 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “münhasır meşruiyetini” sürdürmek;
-Anayasal değişiklik anlamına gelecek bir anlaşma ile “sözde” iki toplumlu federal bir yapılanma içinde Kıbrıs Rum egemenliğinin Kıbrıs Türk Halkı ve Kuzey Kıbrıs’a uzatılmasını sağlayarak süreç içinde Kıbrıs Türkleri’ni azınlık durumuna düşürmek;
-İki kesimliliği anlamsızlaştırarak Kıbrıslı Türkleri coğrafi zeminden yoksun bırakmak;
-1960 Garanti Sistemi’ni ortadan kaldırarak hem Kıbrıslı Türkleri etkisiz hale getirmek, hem de Türkiye’yi Kıbrıs’tan uzaklaştırmak.
Böylece sahiplendikleri Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bizi de yamayarak ve böylece Türkiye engelini de aşarak “Kıbrıs’ın Devleti” olma hedefine son noktayı koyacaklarının hesabı içinde oldular. Israrla “Kıbrıs Cumhuriyeti” ve egemenlik vurgusu yapmalarının nedeni, hesap ve hedefi budur. Bunu yaparken, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni aslında bir “darbe”yle, yani haksız/hukuksuz biçimde sahiplenmelerinin yarattığı avantajı, Ada’nın eşit sahibi Kıbrıs Türkleri’ne karşı diplomatik bir silah olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Hem de çoğu kez anlamsızlık ve orantısızlığın ötesinde şımarıklık, pişkinlik, küstahlık, içtensizlik ve tahammülsüzlükle yapıyorlar bunu! Tabii ki ABD, İngiltere, AB ve diğerlerinin göz yumması ya da sırtlarını sıvaması, çok büyük olasılıkla teşvikiyle!

SON OLARAK                                                     
Türk tarafının kurulacak federasyonun yeni bir devlet olması yönündeki yaklaşımının özünde, Rum tarafının hedeflerinin önünü kesme vardı. Görüşme sürecinin İsviçre’de çökmesinden sonra Türk yetkililerinin, KKTC Cumhurbaşkanı’nın ve diğerlerinin, Rum tarafı için yaptıkları değerlendirmelerin özü de aslında aynıdır ve görüşmelerin aynı parametrelerle sürdürülemeyeceği yönündedir. Buna karşın, Türk tarafında, hâlâ daha görüşmelerin kaldığı yerde başlaması ümidini taşıyanlar ve bunu isteyenler var. Hiç, ama hiç kuşkum yok, Türk tarafı böyle bir gaflete düşerse, bunun anlamı 50 yıldır ağzında olan “yalancı meme”yi emmeyi sürdürmesinden başka şey olmayacaktır.