Anayasasına göre KKTC, “temsili demokrasi” ile yönetilmektedir. Genel oy ilkesi vardır. 18 yaşını bitiren oy kullanır, 25 yaşını bitiren aday olabilir. Cumhurbaşkanı’nı, Meclis’i, yerel yönetim organlarını halk seçer. Örgütlenme hakkı oldukça geniş biçimde uygulanır. Hapishanelerde siyasal mahkûm yoktur. Çoğulcu yapı oluşmuş durumdadır. Sivil toplum ve demokrasilerin dördüncü gücü (medya) oldukça iyi örgütlenmiştir.  
Temsili demokrasinin bu unsurlarını uzatmak olanaklıdır. Buna karşı uygulamada KKTC temsili demokrasisi öyle midir? Daha doğrusu çoğulcu temsili demokrasiyi içimize sinderebiliyor muyuz?
Bir seçim süreci yaşadık. Sonucunu beğenelim ya da beğenmeyelim, temsili çoğulcu demokrasinin temellerinden biri olan halk iradesini ortaya çıkardık.  Bu seçimin, en azından bir süre, “halk iadesi” ve buna bağlı olarak, “demokratik meşruiyet” gibi tartışmaları durdurmasını beklemek, makul bir düşünce olurdu diye düşünüyorum. 
Yoksa bu düşünce “makul” değil de aşırı bir iyimserlik midir? Hiç mi değişmedik biz?
Bu sorulara doğrudan yanıt vermeye niyetim yok! Son günlerin “toz duman” içindeki ortamı buna olanak vermiyor zaten! Buna karşın, eski defterleri karıştırayım dedim. Öngörüleri olan birisiyim ama kesinlikle kâhin değilim, kehanet yapmayı sevmem. Buna karşın, bir kitabımda öngörü ötesinde bunu yapmışım gibi geliyor bana!
Aşağıda okuyacaklarınız, aynen noktası virgülüne kadar, KIBRIS TÜRK HALKI’NIN SİYASET KURUMU ÜZERİNE DENEME kitabımda, “DEMOKRASİ/DEMOKRATİKLEŞME SORUNU” başlığı altında vardır.
Paylaşıyorum.

“ÇOĞULCULUK,” “ÇOĞUNLUKÇULUK” VE “HALK ADINA  AHKÂM KESME” HASTALIĞI
 Çağdaş demokrasinin vazgeçilmezlerinden olan çoğulculuğun ve çok sesliliğin ne anlama geldiği, sanırım hiçbir kuşkuya yer vermeyecek kadar açık seçiktir. Bu bakımdan bu kavramlar üzerinde uzun boylu durmak gerekmez. Yine de çoğulculuktan; etnik, dinsel, mezhepsel, siyasal, sosyal, kültürel, eğitsel, cinsel, ekonomik ya da başka temellerin tümüne ya da bir kısmına dayalı olmayan bir toplum yapısını; çok seslilikten ise, çoklu toplum yapısından değişik sesler çıkabilmesini anladığımızı vurgulayalım.
Çoğulculuk ve çok sesliliğin doğal gereği düşünce, anlatım ve örgütlenebilme özgürlükleridir.     “Demokrasi en basit ve yalın tanımıyla çoğulculuktur, çok sesliliktir” tanımını, “demokrasi, düşünce, anlatım ve örgütlenebilme özgürlükleridir” biçiminde de verebiliriz.
Çoğulcu demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ilkeleri, laftan/söylemden ibaret değildir. Evrensel insan hakları sadece “bizim” haklarımızdan ibaret olmadığı gibi, liyakat ilkesinin kendimiz ya da yakınlarımız için gözardı edilmesi, insan hakları ve hukuk devleti ilkelerine terstir. 
“Çoğulculuk” ile “çoğunlukçuluk” kavramlarını birbirinden ayırmak gerekir. 
“Çoğulculuk” çoğulcu demokrasinin olmazsa olmazlarından olduğu halde, “çoğunlukçuluk” ciddi bir demokrasi hastalığıdır. Çoğunlukçuluk, tek cümle ile “Ben çoğunluğa sahibim o halde çoğunluğuma dayanarak her şeyi yaparım” mantığıdır. Özellikle tek parti iktidarlarında ya da ortak hükümetlerin büyük ortağında bu mantığı hep görüyoruz.   
Politika, medya ve sivil toplumun en çok kullandığı “kavram” ve “söylemler” üzerine bir araştırma yapılsa çıkacak sonucu merak ederim. Böyle bir araştırmadan ilginç sonuçlar çıkar diye düşünüyorum ve tahminime göre, çıkacak sonuçta, “halk”la ilgili kavramlar epeyce bir yekün tutar. Bu bağlamda “halk adına” söyleminin çok fazla kullanıldığı da ortaya çıkar.    İşte örnekler:
-Çoğu politikacılar ya da partiler, “halk adına” konuştuklarını söylerler.
-Medyada sık sık “halk adına” yapılan yorum ve değerlendirmeler görürüz.
-Sivil toplum da çoğu kez politikacıların söylemini kullanır ve “halk adına” konuştuğunu vurgular.
-Seçimden halkı temsil yetkisi değil, “temsil edememe” dersi alan politikacı ya da siyasal parti de “halk adına” ahkâm keser; halk nezdinde okunmama/izlenmeme şampiyonu olan medya kurumları da “tafra atar;” “cürmü kadar yer yakan” sivil toplum da kendisini halkın yerine koyar.
Bunun da çoğunlukçuluğa benzer, çoğunluk olsun olmasın kendisini “halkın/toplumun” yerine koyan, halkın/toplumun adına hareket ettiğini sanan ya da varsayan bir demokrasi hastalığı olduğunu düşünüyorum.

HOŞGÖRÜSÜZLÜL, ÖTEKİLEŞ TİRME VE ÇATIŞMA KÜLTÜRÜ
Söylediklerimizin ve çoğulculuğun bir anlam ifade edebilmesi için, demokrasinin temel kavramlarından biri olan “hoşgörü” üzerinde de kısaca durmak gerekir.    Hoşgörü ortamı, bir ülkede düşünce, anlatım ve örgütlenme özgürlükleri kadar önemli ve gereklidir.
Türkçe’de “her kafadan bir ses” biçiminde bir deyim vardır. Asıl anlamı “kargaşa”dır ama her sesi “düşünce” olarak kabul edersek bir “doğru”yu yansıtmaktadır.  
Bazı kafalardan çıkan sesler, bize göre “saçma” olarak görünse de, o saçma olarak gördüğümüz düşünceye de saygı duymalıyız; duyabilmeliyiz. Bunun adı kuşkusuz “hoşgörü”dür ve yukarıda değindiğim gibi, çoğulcu, çok sesli demokrasinin temel gereklerinden biridir. 
Gerçekten de demokrasiden söz edilen her yerde, hatta bir parti içinde bile, herkes düşüncesini özgürce dile getirebilmeli, örgütlenebilmeli, demokratik eylemler yapabilmeli, bu bağlamda başkasının düşünceleri / eylemleri hoşgörü ile karşılanabilmelidir.
Gerek toplum, gerek ülke, gerekse dünya barışına giden yol, demokrasinin tüm dünyada yaygınlaşmasından geçer. Demokrasinin yaygınlaşması ise, hoşgörü kavramını egemen kılmak suretiyle her kafadan bir ses çıkmasını saygıyla karşılamakla olur. Bu bağlamda politikacılardan çok; bilim insanlarına, sanatçılara, yazarlara ve aydınlara büyük görev düşüyor. Tabii ki bir “doğru” başka bir “doğru”yu götürmemelidir. Yani “her kafadan bir ses” demokrasinin gereğidir ama demokrasi yalnız bu değildir. Diyalog ve uzlaşma, “birlikte bir şeyler söyleyebilme/yapabilme” de demokrasinin erdemlerindendir. Buna karşın, toplumumuzda “hoşgörüsüzlük ve “diyalogsuzluk”un, bunun doğal sonucu olarak “uzlaşma” kültürünün kurumlaşmadığı; zaman zaman inatlaşma/restleşme, basiretsizlik ve akıl tutulması söz konusu olduğu ayan beyan ortadadır.  Başka bir anlatımla, toplumda uzlaşma değil çatışma kültürü egemen görünüyor ve işin kötü yanı çatışma kültürü zaman zaman yoğunlaşarak / şiddetlenerek ayrışma, ötekileşme ve kaosu besliyor.
Kıbrıs Türkleri’nin “Avrupalılığından” çok söz edilir. Avrupalılık kavramı içinde hoşgörü de vardır. Kıbrıs Türkleri’nin “Avrupalılığı” doğru olabilir ama konumuz olan siyaset söz konusu olduğunda bunun böyle olduğunu söylemek mümkün değildir. 
Daha düne kadar siyasette inanılmaz bir hoşgörüsüzlük vardı. Hemen her düşünce ya da ideolojide, reddedilen, beğenilmeyen başka düşünce, görüş ya da ideolojide olanlar “öteki” idi, siyasette “hainler” ve “hırsızlar” vardı. 
Bu durum günümüzde de pek değişmedi. Belki “öteki” değişti o kadar! Artık “hainlik” yok, “hırsızlık” “ortak değer” oldu. Buna karşın Kıbrıs sorunu ile ilgili en küçük eleştiriniz, hatta “doğru”yu işaret etmeniz, sizi “Kıbrıs’a çözüm bulma karşıtı” ya da “statükodan nemalanan kişi” yapar; çözüm yanlısı görüşleriniz ise “tavla teslim” olduğunuzu ve “nasıl olursa olsun bir çözüm istediğinizi” gösterir.  Doğal olarak “gerçekten çözüm istemeyenler” ya da “statükodan nemalananlar” da var, “tavla teslim olmaya hazır” ya da “nasıl olursa olsun bir çözüm isteyenler” de! Ve bana göre onlar da, dışlanmadan, ötekileştirilmeden görüşlerini dile getirebilmelidirler.        
Hoşgörüsüzlük, diyalogsuzluk, uzlaşmazlık bir yana, işin bir de başka yönü var. En yaşamsal konularda bile halkımızda kafa karışıklığı, yorgunluk, ümitsizlik ve yılgınlık belirtileri görülmektedir. Bir yanda yığın halindeki çözümsüz iç sorunlar; hantal, verimsiz ve kaynak tüketici kamu yönetimi; ekonomik sorunlar; yaşam ve demokrasi biçimi haline gelen popülizm; diğer yanda Varoluş Savaşımı’mızın geldiği kritik aşama söz konusudur. Bu durum ve süregelen çatışma ortamı, aklı başında herkesi düşündürmelidir. Yapılması gereken, toplumu saran ”toz dumanı” öncelikle dağıtmak; restleşme, ötekileştirme yerine hoşgörü, diyalog ve uzlaşma kültürünü; basiretsizlik yerine basireti; akıl tutulması yerine aklı koymaktır. Diyalog ve uzlaşı ortamının ve kültürünün oluşmasında resmi taraf kadar sivil topluma da görev düşmektedir. Bu bir sosyal sorumluluk meselesidir ve toplum, kurumsallaşmış saflaşma ve çatışmaya kurban edilmemelidir.  
Bunu söylerken, ”toz duman içinde ferman okumanın” çok da kolay olmadığını biliyorum. Marifet, (hiçbir özrün başarının yerine geçemeyeceğini bilerek) kolayı değil, zoru  başarabilmektir.