Kledides’in yıllar önceki önerisini niye yinelediği ile ilgili olarak, 30 Ekim (2018) günü bu sayfada,  Anastasiades’in  ne amaçladığını tam olarak kestiremediğimi ama ortada ciddi ve samimi bir öneri olduğunu da düşünmediğimi belirtmiş ve şöyle devam etmişim: (Anastasiades) “federasyonda merkezi hükümetin yetkilerinin azaltılmasıyla, Türk tarafının sahip olacağı bir nevi veto hakkının devleti işleyemez hale getiremeyeceğini” söyleyerek, “güçlü bir merkezi hükümette Türkler etkili olacağına, kendi federe devletlerine daha çok yetki verelim daha iyi” demek istiyor gibi!”  
Anastasiades’in ağzından baklayı çıkarması için çok zaman geçmesi gerekmedi ve Koca Ragıp Paşa’nın ünlü beytindeki gibi aslında “şecaat arz ederken,” siyasal eşitlik, daha doğrusu siyasal eşitsizlik” konusundaki gerçek yüzünü, Kıbrıslı Türkler’in bütün ortak kurumlara katılmalarını hiçbir zaman reddetmediğini ama kararların “bütün devletlerde olduğu” gibi alınacağını belirterek ortaya döktü. Bunu yaparken, pişkinlikle KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Mustafa Akıncı’yı “işlevsiz bir devlet”te ısrar etmekle suçladı. 
Her şey den önce “kararların bütün devletlerde olduğu gibi alınması” konusunun tam bir saçmalık ve dahası bir “softa şaşırtması” olduğunu söyleyelim.  Çünkü devletlerin karar alma mekanizmaları, Anastasiades’in yutturmaya çalıştığı gibi, “standartlaşmış” değil! Her devletin kendi koşullarına göre kurumlaşmış karar mekanizmaları vardır. Bu bakımdan işin bu saçmalık ve softa şaşırtmacası yönünü bir yana bırakıp işin esasına bakalım.
Neymiş efendim? Kıbrıs Cumhuriyeti, kuruluşundan iki yıl sonra vergi yasaları ve benzerleriyle felce uğramış. Kimin felce uğrattığını lafzen söylemiyor ama zaten “vergi yasaları”na vurgu yaparak doğrudan Türkler felce uğrattı diyor. 

SAHİ, 1960 ORTAKLIK HÜKÜMETİNİ KİM FELÇ ETMİŞTİ?
Konuya geçmeden önce ve kısaca 1960 ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin nasıl bir devlet olduğuna kısaca göz atalım: 
Zürih ve Londra Anlaşmaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’na göre 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğü altında, iki kurucu halkın eşit ortaklığı temelinde kurulmuştu. Devlet biçimi konusunda, ne anlaşmalarda, ne anayasada her hangi bir kural yoktur.  Buna karşın, bu devlet için “fonksiyonel federasyon,” “federal/konfederal,” “quasi federal/yarı federasyon” gibi değişik nitelemeler yapılır. Bana göre Kıbrıs Cumhuriyeti, konfederal özellikleri olan bir “fonksiyonel federasyon”du ve başkanlık sistemine göre yapılandırılmıştı. Bu “kendine özgü” başkanlık sisteminde, sistemin gereği olan “fren ve denge”ler (check and balance);  yalnız yasama, yürütme, yargı güçleri arasında değil, iki toplumlu yapıya göre de düzenlenmişti.
Siyasal eşitlik dışişleri, savunma ve iç güvenlik konularında Türk Cumhurbaşkan Yardımcısı’na verilen kesin veto yetkisi ile vergi ve belediye yasaları için Meclis’te Türk ve Rum milletvekillerinin (ki onlara temsilci deniyordu) ayrı çoğunluğunun gerekmesi ile (sınırlı olarak) sağlanıyordu. Bir de Devlet’in iki fonksiyonel federe biriminden biri olan Türk Cemaat Meclisi’nin belirli konularda yasama, yürütme ve yargı yetkileri kullanmasıyla!
Zürih ve Londra anlaşmalarıyla 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın açık kurallarına karşın, Rum tarafı Türklerin haklarını yürürlüğe koymamak için her çareye başvuruyordu. Bu bağlamda kamu yönetiminde %30’un, orduda %40’ın uygulamaya girmesine engel oluyor; Türk belediyeleri dolayısıyla belediyeler yasasının çıkmaması için direniyordu.   
Zaten Türk belediyelerine kökten karşıydı, sonunda ayrı Türk belediyelerinin lağvedileceğini açıkladı Makarios!  Sömürge yönetiminden kalan mevcut belediyeler yasanın yürürlüğü kısa sürelerle 31 Aralık 1962’ye kadar sürdürülmüştü. Bu tarihte, ilgili yasanın yürürlüğü devam ettirilmeyerek belediyeler yasal zeminden yoksun bırakıldı. 
Bu konu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkma sürecini başlatan anlaşmazlık konularından biri oldu. Belediye yasasının çıkarılmamasına karşı bir tür misilleme olarak Temsilciler Meclisi Türk üyeleri (anayasanın kendilerine verdiği hakkı kullanarak) vergi yasasını bloke ettiler. Ülke hem belediye, hem vergi yasalarından yoksun kaldı. 
Makarios vergi yasalarını yürürlükte saydığını, belediyelerin de inkişaf encümenlerine indirgendiğini açıkladı. Türk Cemaat Meclisi ayrı bir Belediyeler Yasası çıkardı. Rumlar bunun Kıbrıs Cumhuriyeti Resmi Gazetesi’nde yayınlanmasını engellediler. Bunun üzerine Türk Cemaat Meclisi, ayrı bir Resmi Gazete’yle çıkardığı yasayı ilan etti. 
Sonuçta konu Yüksek Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Türkler Bakanlar Kurulu’nun kararını, Rumlar Türk Cemaat Meclisi yasasını bu mahkemeye taşıdılar. 
Anayasaya göre Yüksek Anayasa Mahkemesi, bir Türk, bir Rum üye ile tarafsız bir başkandan oluşuyordu. Bu çerçevede başkanı, iki tarafın uzlaşarak göreve getirdiği Alman Profesör Ernst Forsthoff, Türk üye Necati Münür Ertegün, Rum üye Mihail Triandafillides’ti. (Başkan Profesör Ernst Forsthoff, bir dönem Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde konuk profesör olarak bulunmuştu ve derslerine girmiştim, yani hocamdı.)
Sonuçta Anayasa Mahkemesi, hem Türk Cemaat Meclisi Yasası’nı, hem Bakanlar Kurulu kararını anayasaya aykırı bularak iptal etti. (Ortamı göstermesi bakımından Ertegün’ün Türkler tarafı aleyhine, Triandafillides’in Rum tarafı aleyhine olan kararda çekimser kaldığını da belirteyim. )
Bu arada Yüksek Anayasa Mahkemesi’nin 25 Nisan 1963’te kararını açıklamasından sonra, Başkanı Ernst Forsthoff, 21 Mayıs 1963’te görevinden çekildi. Daha belli olmadan Makarios mahkeme kararını tanımayacağını açıklamıştı. Forsthoff, 5 Ocak 1964’te kendisiyle yapılan bir söyleşide bu durumu şöyle açıklamıştı: “Anayasa Mahkemesinin alacağı kararın uygulanmayacağı bana açıkça bildirilmişti. Nitekim uygulanmadı. Anayasa Mahkemesi’nin kararı uygulanmayınca, bu durum, Mahkeme Başkanı’nın istifası için yeterli neden olur.”
Sonra ne mi oldu?
Rumlar, tümü de Türkler’in hakları ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki siyasal eşitliğiyle ilgili olan Anayasa’nın  13 maddesinde değişiklik istediler. Yasal-anayasal olarak bunu yapamadıkları için de bir tür “saray darbesi” yaptılar. Yani özü, “mümkün olan en kısa zamanda Türkiye ve dünya tepki vermeden/harekete geçmeden Kıbrıs Türkleri’ni etkisizleştirmek” olan ünlü Akritas Planı’nı yürürlüğe koyarak on bir yıl Türklere kan kusturdular.  
21 Aralık 1963’te Akritas Planı’nın uygulamaya konması ve Rum saldırılarının başlamasıyla ilgili olarak Prof. Forsthoff, “bu durum beklenmedik bir şey değildi” ve “kanlı durum, uzun zamandır başlayan gelişmelerin tabii neticesidir, ancak bu kadar vahşi olacağını tahmin edemezdim” gibi beyanları da olacak ve Kıbrıs’ta Rumlar tarafından tehdit edildiğini de doğrulayacaktı. (Alman basınına atfen Halkın Sesi Gazetesi, 31 Aralık 1963 ve 6 Ocak 1964)

SONUÇ OLARAK
Aslında görünen köy kılavuz istemez. Kıral çıplaklığın ötesinde, çırıl çıplaktır. Her şey apaçıktır. Rumlar bizim siyasal eşitliğimizi, ilk günden beri içlerine sindiremediler ve de içselleştiremediler. Anastiades’in söyledikleri ile Makarios’un söylemleri, icraatları ve de 1963’te anayasanın 13 maddesini değiştirme girişimi arasında hiçbir fark yoktur. Belli ki onca can gitmesine, kan dökülmesine, yüzbinlerin göç etmesine karşın 1960’dan günümüze tek adım ileri gitmediler. Gitmeye de niyetleri yok! Bize açıkça (dobra dobra diyemeyeceğim çünkü dobracılıkta dürüstlük de var), siz bizim eşitimiz değilsiniz, siyasal eşitliğinizi sağlayacak şeyler istemeyiniz diyorlar.    
Bizi aptal yerine koyup akıl da veriyor bize Anastasiades Efendi:  “Benim söylediğim, Kıbrıs Türk toplumunun güvende hissetmesi için onlara gerekenin, Kıbrıs Türk toplumunun yaşamsal çıkarlarını etkileyen durumlarda olumlu oyu doğru kullanmalarıdır.” 
30 Ekim 2018 tarihli yazımda da belirttiğim gibi, Anastiadis’in çıkışının sonuç verme olasılığı yok. Zaten büyük olasılıkla, Türk tarafının, “zaman sınırlı” görüşme koşulu (ki yüzde yüz haklıyız) dolayısıyla, yeni bir görüşme süreci başlayamayacak! Tabii Türk tarafı esneyerek, “yalancı meme”nin ağzına verilmesine göz yummazsa!