NOEL, Hristiyanlık dünyasının en büyük dini bayramı ve yortusudur.  Böyle zamanlarda aylar öncesinden Hristiyanlar böyle anlamlı bir gün için büyük hazırlıklara başlarlar.  Dağlardan çamlar kesilip evlerin en gözde yerine monte edilir, o ağacın dalları çeşitli parlak NOEL süslemeleri ile bezenir.

            Yılbaşı ağacı, sadece Hristiyanlık dünyasında değil, artık Müslümanların da dünyasına girmiştir yılbaşı ağacı.

            Hristiyanlar bu ağaca “NOEL ağacı” derler.  Müslümanlar da “Yılbaşı ağacı” derler.

            Esasında bu iki dini birleştiren en büyük güç, Allah’tır.  Bütün dinlerin birleştiği o noktada insanlık arayışı, erdem, ahlak, sevgi ve saygı vardır. Veya öyle olması gerekir.

            İnsanoğlu sıkıştığı zaman, “Allahım bana yardım et” demez mi?  Veya en yakınını kaybeden ve acılarla boğuşan insanlar “Allahım bana sabır ver” demezler mi?

            O “Allah” dediğimiz güçle iman ve inançla ayakta kalabildik.

            Biz Kıbrıs Türkü için en acı yeni yıl, NOEL’e kan bulaştığı yıldır.

            Rumların acımasız silahlı saldırıları 21 Aralık 1963’te NOEL’e denk gelmişti.

            O acı günlerdeydi ki insanlar evlerini terketmişlerdi.  Göçle beraber sıkılan kurşunlar, arkalarında bıraktıkları evlerinin Rumlar tarafından cayır cayır yakılıp kül  edilmesi  ve bütün hatıraları ile herşeyin yok olması vardır.

            Yani “NOEL’e de kan bulaşmıştı” diyorum bugünkü yazımda.

            İnsan bir an için böyle günlerde mutlu olmaya çalışır.  Lakin binlerce insan o zor günlerde ne NOEL’i, ne de yeni yılı düşünecek haldeydi.  Önemli olan müslüman Türkler için o acı dolu yeni yılda canını kurtarmak ve silahsız ve kansız bir zamana ulaşmaktı.

            O kanlı NOEL’de sinema koltuk ve sandalyeleri yüzlerce göçmenle dolmuştu.  Nedense Allah’ın takdiri mi desek, o zor günlerde en ağır kışı yaşıyordu insanlar.  Hani deriz ya, insan böyle soğuk ve yağmurlu günde yatağında ısınmaz diye, ama o yüzlerce hatta binlerce göçmenimiz okulların soğuk duvarları arasında, ambarlarda ve sinema köşelerinde nasıl ısınacaklardı?

            İşte o kanlı NOEL’de çıkmıştı TMT’nin toprak altına gömülen silahları.  Cepheler o günlerde oluşmuştu.  Tel örgüler de o günlerde gerilmişti kentin sınırlarına.  Lefkoşa pasta gibi ikiye bölünmüştü.  Lakin o acı dolu günlerde tamamen Rumların kontroluna geçen devletin televizyonu, NOEL şarkıları çalıyordu, sanki hiçbir şey olmamış gibi.

            Anımsadığım kadarı ile sabahın üçünde kalkıp Dr. Küçük’ün ikametgahında toplanmıştık.  Yani şimdiki Cumhurbaşkanlığı binasında.  Dr. Küçlük’ün esas makam binası, Cumhurbaşkan Yardımcılığı resmi dairesi, Ledra Palace Otel arkadındaki yolda kalmış ve dairemize gidememiştik.  Bizim gibi binlerce insan işine gücüne gidememişti kurşun yağmurlarından.

            Yapılan organizasyonla, üçerli gruplar halinde İngiliz zırhlılarına doluşarak bölgelerde keşfe çıkmıştık.  Bizim grupta bendeniz, Girne Amerikan Üniversitesi Kurucusu Memduh Erdal ve serbest meslek sahibi iş adamı Ali Özcan vardı.   Üçümüz de normal hayatta dosttuk ve çok yakındık.

            İngiliz zırlısı ile bütün bölgelere yayılmıştık.  Bize düşen bölge, Ayvasıl, Şillura ve yöresi ile Ayirini (Akdeniz) köyü” filandı.

            İşte o günlerdi ki, Ayvasıl, Şillura ve yöresinde Rumlar bir kısım Türkü ellerini tellerle arkalarına bağlayarak bir çukura koyup, tümünü kurşunlarla delik deşik etmişlerdi.  Ayvasıl köy meydanına geldiğimizde fanatik bir Rumla karşılaşmıştık.  Elinde bir tüfek vardı.  Bizim yanımızda da zırhı süren ve bize refakat eden üç İngiliz askeri vardı.  O İngiliz askerlerinin elinde de silahları vardı.

            O fanatik Rum bizi görünce şöyle demişti:

            “Dua edin...  Bu İngiliz askerleri olmasa, burada sizi köpek gibi vurur, leşinizi de bir çukura atardım.”

            İşte öyle bir fanatizmle karşı karşıyaydık.

            Akdeniz Köyü de karma bir köydü.  Köyün Türk bölgesine vardığımızda üç beş Türkle karşılaşmıştık.  O Türklerden birisi bize ilginç bir olayı anlatmıştı.

            “Hani Rumlar 1958’de Omorfolu İstanbul Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi Dr. Erol Ahmet vardı ya, o şu hasta annesine ilaç almak için bir Rum eczanesine gitti ve onu EOKA’cılar çapraz ateşle şehit ettiler ya...  Dr. Erol’un babası Omorfo’nun zengini Ahmet Dayı, olaylar başlayınca Omorfo’da bir bankadan yüklüce para çekmiş ama ondansonra Rumlar onun da hem canını, hem de parasını almışlar bedenini de ortadan kaybetmişler.  Ahmet Dayı’nın kanlı şapkasını bizim köyün sahilinde bulduk.”

            Ve daha binlercesi bunun gibi...

            Keşfimizi tamamladığımızda Memduh Erdal ısrarla zırhlıyla Lefkoşa Uzun Yol’dan geçmemizi istemişti.  Benim ise midem mahvolmuştu zırhlının mazot kokusundan ve soğuktan.

            Uzun yol, baştan başa NOEL süslemeleri ile bezenmişti.  Metaksas Meydanına kocaman bir çam ağacı konmuş o ağaç da süslenmişti.  Yollar ise, muazzam para dökülerek boydan boya süslenmişti.  Ama Rumlar o NOEL’i kutlarlarken, Türkler sadece canlarını kurtarmak için mücadele ediyorlardı.

            Ne kadar acıdır ki, Rumlar Küçükkaymaklı Mezarlığımıza bile şehitlerimizi gömmemize engel olmuşlar ve yolları tel örgülerle kesmişlerdi.  Dolayısı ile cepheden gelen şehitleri, Halkın Sesi arkasındaki Tekke Bahçesine gömmek zorunda kalmıştık.

            Belki bütün gazetenin sayfaları bana tahsis edilse, yaşadığımız acı olayları anlatmaya yetmez.  Ama ilk kez NOEL’e kan bulaştığını ve NOEL’in kanlandığını görmüş ve yaşamıştık.

            Tam on bir yıl Rumlar bizi gettolarda yaşamaya mahkum ettiler.  Diğer bölgeler de Lefkoşa’dan farklı değildi.

            Hani Allah’tan sabı dileniriz ya... 

Tam on bir yıl Anavatan Türkiye’nin maddi manevi desteği ile dayandık, direndik,  güçlendik ve 20 Temmuz 1974 sabahını yaşadık.  Haliyle 20 Temmuz, bize özgürlüğümüzü ve özgür bir vatanı getirdi.  Kendi Cumhuriyetimiz ve kendi bayrağımızla var olduk bu topraklarda.

            Ve diyorum ki...

            Bundan sonra başka NOEL’e kan bulaşmasın, hayatımızda.