Hafta sonu kızlarım ve damatlarım benim için bir parti düzenleyip eski dostlarımı, arkadaşlarımı ve birlikte yıllarca mücadele verdiğim arkadaşlarımı çağırmışlar. Sağolsunlar, güzel bir akşam geçirdik. Micke’ye, Erdem’e ve kızlarım Aila ile Elin’e; gene kızlarımdan sayılması gereken, Deniz Lisesi’nden sınıf arkadaşım Ali Ercan kızı Mine’ye ve bu ekibin hazırladığı yemeklerin afiyetle tadına bakabilmek için Kopenhag’dan davetime katılan Kemal ve Ulrika çiftine, Dr. İhsan ve Eva, Mikale ve Bodil Power ile kızları Catherine, Margerata’ya, Süleyman Boyacı ve eşi İnger’e, Osman İkiz eşi Nilgün ve oğluna, Hüsamettin Utkutuğ kıymetli komşum Canan’a, Dr. Mehmet Gözen’e ve burada adını anamadığım değerli arkadaşlarıma teşekkür ederim.
Efendim, bu satırları yazmamın asıl nedeni bizim Kıbrıs’ta artık unutmaya başladığımız ev davetlerini unutup dışarıya çıkıyoruz. Oysa Avrupa’da insanlar evim kirlenecek, çok bulaşık çıkacak demeden evlerinin kapısını dostlarına açtığını vurgulamak istemiştim.
Eğer insanlar yetmiş yaşındaki bir adamın doğumgünü davetine katılabilmek için 600 km. uçuyorsa; bu bir yerde gurbette yaşanan dostluğun akrabalıktan çok daha ilerisinde yaşanan bir duygu olduğunu vurgulamak içindi.
***
Efendim, dostlarım ki -gelenlerin belki yarısı İsveçli idi- geçtiğimiz Cumartesi gecesinin geç saatlerinde geniş masanın etrafına toplanmış Türkiye’yi konuşuyorduk. Doğal olarak Tayip de soframıza davetliydi; Türkiye’de yaşananlar da!..
Ama, ne yalan söyleyeyim, kimsenin ağzından ne ”Bahçeli” sözcüğü çıktı ne de ”Kılıçdaroğlu”. Üstelik hemen hiçkimse merak edip Kıbrıs’ta neler olduğunu öğrenmek de istemedi. Hemen neden öğrensin ki; nüfusuna oranla dünyada en fazla yardım alan ülkelerin başında gelen KKTC’de, halk yakın geçmişinde Rumlardan çektiği onca sıkıntıya rağmen gene gidip Rum’un kuyruğuna yapışmak istiyorsa, bu duruma ne denebilir ki?
Onlara gene de siyaset dünyasında bilgisayar terminolojisiyle format atıp yeniden yapılanmanın gerektiğini anlattım. Halkın, bazı manipilasyonlar dışında, bizdeki rüşvet politikalarından kurtulmak için çıkış aradığını söyledim. Türkiye’deki siyasi yapıda gözlenen yamuk yapı nedeniyle AB’nin kanatları altına girmek istediklerini anlattım. Bir arkadaşım öyle dedi: ”Gavura kızıp oruç bozulmaz!”
Tabii, burada ”gavur” sözcüğü ile ülkemizdeki bozuk düzen kastediliyorduRumlar değil.
Konu konuyu açtı; yeni Amerikan planının kaba çizgilerinden söz açıldı. Her Amerikan Cumhurbaşkanı’nın, başkanlığının ikinci döneminde Vaşington’dan küçücük gözüken bir adaya kalıcı barışı getirip belki Nobel Barış Ödülü’na sahip olabilmek veya tarihe bir uluslararası sorunu çözmüş lider olarak istediği ama, başaramadığı belirtildi. Nedenleri sıralandı. Çünkü Rumlar Ada’da Türklerle yanyana değil, Türklerin olmadığı bir hayat sürmek istediği; Amerikan bürokrasinin dünya sorunları karşısında yaşadığı onca hezimetten sonra Kıbrıs’ta yeni bir fiyaskoya yeşil ışık yakamayacağına değinildi.
Amerikalı komşum Mickel değerlendirmeyi
”Zaten Kıbrıs’da” Amerikalılar ne Türk askerinin Ada’dan çıkmasını istiyor, ne de Türkiyelilerin geri dönmesinden söz ediyorlar,” diye noktaladı.
Kıbrıs’ta barış olacaksa eğer, Rumların Türk varlığını tanıması ve geri dönme hayallerinden vazgeçip, şimdi olduğu gibi iki bölgeli, iki kesimi ve AB normları hesaba katmadan yapılacak bir kalıcı barışı düşünmeleri lazım, görüşü masadakiler tarafından benimsendi.
Son olarak söz yeniden Türkiye’ye geldi. Tayip Bey rakiplerine karşı çok sert ve küstah bir dil kullanıyor. Ama onlar da sadece çıkıyor; hiçbir proje üretemiyor, dendi. Gerçi kimse bu gidişle Türkiye bölünebilir, demedi. Ama herkesin aklında böyle bir endişe vardı.
Gençleri saymazsak, çoğunun yaşı altmışı çoktan geride bırakmış olan dostlarım sohbetini sabahın ilk saatlerine kadar sürdürdü.
Kimin, kimi birdaha görüp göremeyeceğini kimse kestiremiyordu.
Efendim, iki haftalık İsveç torun ziyareti yetiyor, gibime geliyor. Saygılarımla!..