İsmail BOZKURT
Elbette ki Corona belası bitti mi bitmedi tartışması yapılabilir ama benim esas konumun o olmadığını peşinen belirteyim. Başkaları için nasıldı bilemem ama o günler süregiderken zaman benim için çok yavaş işliyordu ve bitmeyecek gibiydi. Şimdi ise geriye baktığımda, bana çok kısa bir süreymiş gibi gelir. Sonuçta iki buçuk yıla yakın bir corona dönemi bırakmışız geride! (şimdilik öyle görünüyor.)
Son uçuşumu Kasım 2019’da Ankara’ya yapmıştım. Corona’nın bana dokunan “şer”lerinden biri, deniz ötelerini olanaksızlaştırmış olmasıydı. Neyse ki iki buçuk yıl sonra “3. Uluslararası Develi- Âşık Seyrânî ve Türk Kültürü Kongresi” için davet alınca, şeytanın ayağını kırıp birkaç günlük bir Develi (Kayseri’nin en büyük ilçesi) ziyaretim oldu.
BİR ÂŞIK/HALK OZANI: ÂŞIK SEYRÂNÎ
Âşık Seyrânî’yi biliyordum ama örnek olarak Yunus Emre, Karacaoğlan, Dadaloğlu ve benzerleri kadar değil! “3. Uluslararası Develi- Âşık Seyrânî ve Türk Kültürü Kongresi” onu iyice tanımama neden oldu. Kongre’deki konuşmalarda, Türk halk ozanlarında ilk on hatta ilk beşe girdiği belirtilen Âşık Seyrânî (1800? – 1866), eski adı Everek olan Develi’de doğmuş ve 19. yüzyılda yaşamış. İlahî ve insancıl aşk ile tasavvuf/mistisizm dahil, pek çok konu yanında taşlama ve hicivler de yazan Seyrânî’nin, Develi Belediye Başkanı Mehmet Cabbar’ın deyişiyle “toplumsal bozukluk, kokuşmuşluk, dengesizlik ve ahlaksızlık” karşısında yiğitçe haykırışları var. Yine Mehmet Cabbar’ın deyişiyle, 150 yıl öncesinden yazdığı şiirler, bugün de güncelliğini yitirmeden, -hatta etkisini artırarak- devam ettiriyor.
Elbette ki böyle bir gazete yazısında bir ozanı her yönüyle anlatma olanağı yok, gereği de yok! Ben daha çok, hoşuma giden politik taşlamaları ile hicivleri üzerinde durup o yönümü anlatmaya çalışacağım.
ÂŞIK SEYRÂNÎ, POLİTİK TAŞLAMA VE HİCİV
Âşık Seyrânî, yedi yılını İstanbul’da geçirir. Padişah’ın huzuruna bile çıkar. Dönem, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği ve Batılılaşma’nın başladığı dönemdir ama lüks ve israf da ayyuka çıkmıştır. İstanbul’un dört yanında saraylar yükselmektedir. İlk kez o dönemde Avrupalılardan borç para alınmaya başlanmış, Devlet güçsüzleşmiş, halk yoksullaşmıştır. Seyrânî, bunlar karşısında sesini yükselmeye başlar:
Oldu sarikler emin-i beyt-i mal-i müslimin
Beyt-i mal-i müslimin yağma mıdır, bilmem nedir?
Yani ve günümüz Türkçesiyle, hırsızlar devlet hazinesinin bekçileri olmuş. Millet hazinesi yağma mıdır, nedir? Kümesi, tilkiye emanet etme meselesi! .
Aşağıdaki dörtlüğünde, yoksulun halinin belli olduğunu, zenginin her zaman (ezeli) merhameti olmadığını söyler Seyrânî ve buğday fiyatının yükseldiğini, böylece vurguncuya (muhtekire) fırsat doğduğunu söyler:
Fukaranın hali Mevla’ya belli
Merhamet yok ağniyada (zenginde) ezelî
Buğdayın bir mutu (ölçek) oldu yüz elli
Muhtekire düştü fırsat bu sene
Son günlerde, sık sık yükselen etiket rakamlarına ne de benziyor bu dizeler, değil mi?
Seyrânî, bir dörtlüğünde, “durum”u şöyle anlatır:
Mekteple medrese ortadan kalktı,
Meyhane kerhane meydana çıktı,
Ar namus denen şey ortadan kalktı
Şimdi kişi bildiğine gidiyor.
Ne dersiniz? Tanıdık bir şeyler yok mu bu dörtlükte?
Olup biteni “zulüm” diye niteleyen Seyrânî, şu iki dize ile, yedi denizin suyunun bile zulüm ateşini söndüremeyeceğini haykırır:
Yedi deryâ suyu dökülse sönmez
Bu zulmün nârından sûzân olanlar
Seyrânî, eleştirilerini “orta”ya söylemez. Olup bitenden, doğrudan -elbette ki zamane padişahını hedef alarak- Sultan’ları sorumlu tutar:
Eski sarayları beğenmez oldu
Yere sığmaz oldu sultan olanlar
Hani yere göğe sığmadı deriz ya, günümüzde de örnekleri olan, onun gibi!
Dahası, Sultan’a sultanlığını bilmesini anımsatır ve onun da “son”un mezarlık olduğunu anımsatır:
Sultan isen koyma koynunda vebal
Her işin sonunda var elbet zeval
Bir mezaristana git eyle sual
Kimdir o hâk ile yeksan olanlar
Şu iki dizeye ne dersiniz?
Tilkiye verildi aslan payesi
Tilki gölgesinde arslan olanlar
KKTC’deki üçlü kararname rezaleti uygulamalarındaki, bir bakanın istediği kişiye “paye” vermesini anlatmıyor mu “tilkiye aslan payesi verilmesi” ya da “tilki gölgesinde arslan olanlar” söz dizileri? Hatta bizdeki bakanların çoğuna bakınca, Seyrani’nin dizeleri tanıdık gelmiyor mu size?
Belleğimde, rahmetli Musa Dede’nin (rahmetli Hasan Dedemin kardeşi sık sık dile getirdiği “buna İngiliz devri derler / dünya kaldı p - - tlar elinde” biçiminde bir tekerleme var. Âşık Seyrânî’nin şu dörtlüğü bana o tekerlemeyi anımsattı:
Âlemde bir devir dönüyor amma
Devr-i İngiliz mi Frenk mi bilmem
Halli kolay değil, pek güç amma
Zalim zulmü göğe direk mi bilmem
Seyrânî, bununla kalmaz “Zaman gelip insanoğlu azacak / İngiliz okuyup Frenk yazacak” diyerek günümüzde İngiliz dilinin dünya egemenliğinin öngörüsünde de bulunur.
SONUÇ OLARAK
Bunca haykırışa karşın Seyrânî’nin kellesini vermemesi, Tanzimat Dönemi’nin göreceli hukuk devleti anlayışından olsa gerek ama İstanbul’da barınamaz ve bir hemşehrisi onu Halep’e kaçırır. 1843’te memleketine döner. Ondan yaptığım alıntılarda görüleceği gibi Seyrânî, -ne yazık ki- Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun ve daha birçok ozanın, günümüzde bile anlaşılan Türkçeyi kullanma yerine, genellikle ağdalı ve günümüzde anlaşılması zor bir dil kullanmıştır. Bunda divan şiiri yazmasının da etkisi olabilir. Eğer onlar gibi, günümüzde bile anlaşılabilecek bir Türkçe ile yazsaydı, çok daha iyi anlaşılabilecekti diye düşünüyorum.
Son olarak merak ettiğim bir şeyi paylaşacağım.
KIBTEK diye "ucube" ya da "hilkat garibesi" ya da "rezaletin daniskası" nitelemelerinin tümüne uyan kurumumuz hakkında Seyrânî ne derdi dersiniz? Psikolojimizi bozan, insanımızı vatanından devletinden soğutan, gençlerimiz için olumsuzluğun dik alası olan, yurttaşın bilgi alma hakkını bile göz ardı eden, sorun çözmek için var olan ama kendisi sorun olan siyaset kurumunun aynası KIBTEK için ne düşünürdü Seyrânî?