Şu anda içinde yaşadığımız süreç, hem ekonomik açmazlar, hem de koronavirüsün yaygınlığıdır.  Dolayısı ile iki türlü bir baskı oluşuyor toplumda.

            Bu baskılardan birisi, pandemi nedeniyle işi bozulan, nerdeyse iflasın eşiğine gelen esnafın sıkıntı ve beklentileri, diğeri de “sağlık herşeyden önde gelir” diyen bir kesimdir.

            Bu bağlamda kapıların açılması konusu gündeme gelince, bu iki çelişkili durum çıkıyor ortaya.

            Sizi bilmem ama ben her sabah gazeteyi elime aldığımda, gerek kuzeyde, gerekse güneyde yapılan testler sonucunda kaç tane pozitif vakanın meydana geldiğine bakarım.  Sanırım sizler de aynı şeyi yapıyorsunuz.

            Şöyle bir kafanızdan geçiriniz...  “Kapılar açıldı, memlekete para düşecek” deyiniz.

            Lakin unutmamak lazım.  Her şeyin bir bedeli vardır.  Ya para kazanacaksınız, ya da toplumun sağlığını riske atacaksınız.

            Özellikle Rum tarafında meydana gelen pozitif vakarlardaki artış, insanı ürkütüyor.  Nerdeyse kuzeye geçen tek tük Rum plakalı aracı gördüğümüzde bile ürker olduk.  “Ya bizi de bulaştırırlarsa” sorusunu sorarız.

            Rum tarafı kapıların açılmasından yana.  Ama bizde somut ve net bir durum yok.  Her ne kadar da bu konuda sağlık kurulları ile temasa geçilerek bazı açıklamalar yapılsa ve bu açıklamalar bir kısım esnafa, otelciye, ekmeğini kaybeden insanlara umut verse de, Başbakan Ersan Saner’in verdiği mesaj nettir.

            Ersan Saner bu konunun gündeme gelmesinden rahatsız.  Çünkü icranın başında bulunan bir başbakan olarak bu endişelerinde de haklıdır bana göre.

            Öte taraftan belli kriter ve uygulamalarla turizmin canlanmasını savunan otelci ve seyahat acentesi işletmecileri, “Önlemler alınırsa, turizm yapılabilir” diyorlar.

            Turizmciler de yerden göğe kadar haklı.  Nerdeyse bütün oteller kapılarına kilit vurdu pandemiden ötürü.

            Turizm Bakanı Fikri Ataoğlu’nun “Turizmde bir kıpırdanma var” sözleri umut olarak algılansa da, istenen düzeyde bir turizm getirisinin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum.

            Hani bir söz vardır...  “Aşağı tükürsem sakalım, yukarı tükürsem suratım” diye bir söz...

            Gerçek öyle değil mi?

            Mart 2020’de tanıştığımız koronavirüsün hayatımızdan çekip gitmeye niyeti yok.  Bütün dünya bu virüsle cebelleşiyor ve çıkış kapısı bulunamıyor.

            O zaman bireysel korunma ve bilinç çok önemlidir bu süreçte.

            Belki de kapılar on beş gün sonra açılacak.  Belki de Rumlar yine oluk oluk bizim topraklarımıza geçecek ve  bozdurdukları euro’ların karşılığı olan TL ile marketlerimizden güneydeki fiyatın çok altında alış veriş yapacaklar.

            İyi güzel...  Bu topraklara euro aksın.  Bu topraklara para aksın...  Aksın akmasına da hep o “küçük ama büyük düşmanla” yüzleşmemiz yeniden gündeme gelirse.

            Gerçek o değil mi?

            Koronavirüs için “görünmez düşman” ifadem hiç de yanlış değildir.

            Fakat öleceğiz, kalacağız, aşılanacağız, birbirimizle cebelleşeceğiz...  Ama bir gün bu virüs, bilim adamlarının ürettikleri aşılar sayesinde dünyamızdan çekip gidecek.

            Nasrettin Hoca’nın fıkrası gibi...

            “Ay yerine gelecek ama g... de çektiğini bilecek” misali.

            Evet virüs mutlaka hayatımızdan çekip gidecek.  Zamanı, vakti belli değil.  Dağlar taşlar mezar doldu.  Morglar tıka basa ceset doldu.  İnsanlar çıldırma noktasına geldi ve hayat kaldığı yerden ecel trenine bindi gidiyor.

            Yani ölen ölecek, kalan sağlar bizim olacak.  Şayet bizler de şu kefeni yırtarsak, şayet bu yazılarımızı yazmaya devam edersek, şayet güneş yeniden doğarsa, şayet çiçekler yine güzel ve renkli açarsa, şayet mutsuzluklarımız mutluluğa dönüşürse...

            İşte öylesine bir süreci yaşarken kapıların açılıp açılmamasını da kafamda muhakeme ediyorum.