Muteber bir gazetemizde, oldukça iyi bilinen bir yazar, “20 Temmuz 1974’te Türkiye geldi ve ulusal bayramlarını bize dayattı” anlamında bir şeyler yazdığında çok şaşırmış ve yazılanları çok yadırgamıştım.
Şaşırıp yadırgamam çok doğaldı, çünkü söylenenler saptırma bile değil düpedüz yalandı ya da tam bir cehalet söz konusuydu. 
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, ta ilk gününden başlayarak, İngiliz Sömürge Dönemi’nde, hatta sömürge yönetiminin bayrak çekme yasağı olduğu zamanlarda bile, Kıbrıs Türk Halkı tarafından coşku ile kutlanıyordu. Bu konuda çok sayıda kaynak var. Ayrıca çocukluğumun geçtiği Güney’deki Boğaziçi/Aytotro köyünde bu bayramın kutlandığının canlı tanığıyım.   
Zürich ve Londra Andlaşmaları, yani bazılarımızın çok meraklı olduğu uluslararası hukuk da, diğer Türk ulusal bayramları yanında Cumhuriyet Bayramı’nı da tanıyor. 
Buna 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nı da ekleyin. O anayasaya ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti yasalarına göre 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resmi tatildir.
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, AB’nin birincil hukuku olduğundan, AB mevzuatına göre de 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resmi tatildir.
Yani, Cumhuriyet Bayramı (ve diğer Türk ulusal bayramları) 20 Temmuz 1974’ten sonra bize dayatılmış değildir. Bu bayramı biz kendimiz, hiçbir zorunluluk olmadan, hem de sömürge yönetimi döneminde kendiliğimizden kutlamaya başladık. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken de bu bayramımız hem uluslararası hukukun bir parçası, bu cumhuriyetin anayasal ve yasal bir bayramı oldu.       
Bunu nasıl isterseniz yorumlayın, ama 9 Eylül 1922 günü, Türk Ordusu’nun İzmir’i kurtardığı duyulur duyulmaz Lefkoşa’da bir miting yapılarak kurtuluşun kutladığını ve Mustafa Kemal’e kutlama mesajları gönderildiğini; bu miting üzerine İngiliz Sömürge Valisi’nin, “Türkiye’de halk zafer sevinci ile coşuyor ve şenlikler düzenliyor. Buna bir diyeceğimiz yok. Fakat sizlere ne oluyor? Mustafa Kemal’in ne yüzünü gördünüz, ne de sesini duydunuz. Buna rağmen sokaklara dökülüp, O’nun zaferlerini kutluyorsunuz! Hayret doğrusu!” dediğini bilirseniz, Kıbrıs Türkleri’nin Türk ulusal bayramlarını niçin kendisinin bildiğini anlayabilirsiniz.  
Daha nice 29 Ekim Cumhuriyet bayramlarına!
SEÇİM YASASI VE ERKEN SEÇİM
Geçmişte de bu sayfada bu konuda çok yazdım. Geçen hafta da yazmıştım. Yasalaşan “çarşaf liste” aslında bir önceki seçimin ana tartışma maddelerinden biri olan “tek bölgeli seçim”i getirmedi. Bölgeleri (ilçeleri) korudu ama çarşaf liste ile her seçmenin tüm bölgelerin adaylarına oy verebilmesini sağladı.
Eeeeh! O popülizme tavan yaptıran, bölgelere göre seçimden bir adım ileri gidildi en azından! Seçmene, iradesini daha geniş sınırlarda kullanabilmesine olanak verildi. Bu bakımdan “ehven-i şer”  olarak değerlendirilebilir. Ve artık bu konuyu tartışmayı sürdüregitmek bir şey getirmez.
Seçimin kendisine gelince….
Çokça dile getirilen bir görüşe göre, “halk iyileri seçmez ya da seçemez.” 
Bu, temsili demokrasiye ters, daha çok “seçkinci” bir yönetim anlayışının göstergesidir. Demokrasi, seçkinlerin değil sıradan insanların, bir zamanların deyişi ile “sokaktaki adam”ın; akıllı, zeki ya da dahi insanların değil orta zekâlı insanların yönetimidir. Dahası demokrasi “mükemmel” değil, kötüler içinde en iyi yönetim biçimidir. 
Elbette ki demokrasinin büyük hastalığı “popülizm,” “yağma anlayışı” ya da “patronaj sistemi,” yani “rant kültürü” tek yanlı değildir. Verenin yanında alan da vardır.  Rantı kabul ederek, en temel demokratik haklardan biri olan “oy” hakkını kötüye kullanan seçmen “muteber” bir seçmen değildir. Ancak nasıl popülizm hastalığı var diye demokrasiden vazgeçemezseniz, muteber olmayan seçmenler var diye demokrasiden de vazgeçemezsiniz.          
Ayrıca, hem demokrasiyi savunmak, hem olumsuzluklardan halkı sorumlu tutmak benim için anlaşılır değildir. Kaldı ki bu ülkede 1976’dan başlayarak yaşanan seçimlere baktığımızda halkın görevini yerine getirdiği görülür. Hem seçime katılım oranı oldukça yüksektir, hem de halk görevini yerine getirmekte ama başka etkenler bunun sonuç vermesini engellemektedir.
Halk, her dönemde görevini yerine getirdi. Görevini ya doğrudan ya da dolaylı dayatmalara/karışmalara/etkilemelere buyun eğerek dolaylı olarak yerine getirmeyen “siyaset kurumu”dur.  
Halkı suçlamak, demokraside hak olsa da “saçmalamak”tır ve bu “sorun halktadır” saçmalamasını benim kabul etmem ve onaylamam, kesinlikle mümkün değildir. 
Ben önümüzdeki erken genel seçimde de seçmenin, çarşaf listenin ona verdiği olanağı kullanarak siyaset kurumuna acı bir ders vereceğine inananlardanım.
TEK ŞEKERDEN ONLARCA ŞEKERLERE
 Geçen gün küçük, bizim eski bakkallara benzeyen küçük bir markete yolum düştü. Bakkallıkla kasaplığı birlikte götüren küçük bir markete! 
(Bu market sözcüğünü hiç sevmem ama meramımı başka türlü anlatamam. Ondan kullanıyorum.)
Etin kesilip hazırlanmasını beklerken, oturup beklemeye başladım. Tam da şekerlemelerin, bisküvilerin, çikulataların olduğu köşede!
Gözüm raflarda dolaştı. Onlarca şeker türü, şekerlemeler, çikulatalar, bisküviler sıra sıra!
Gözümün önüne çocukluğum geldi.
Zehra Halamın bakkaliyesi vardı. Annemizden bir kuruş koparınca Zehra Halamın bakkaliyesine koşardık. Tek bir şekerleme vardı o zamanlar! “Karamela” denirdi. O tek karamelaya sahip olduğumuzda mutluluktan uçardık. 
Çocukluk anılarım yanında ABD’de yaşadığım bir olayı da anımsadım. 
Washington’da, marka olmuş, tüm dünyaya yayılmış bir zincirin iyi bir otelinde kalmıştık eşimle! 
Bu otelin lokanta, bar, kafe ve benzeri birimleri yoktu. “Niçin yok” diye sorduğumda tipik kapitalist düşünceyi yansıtan bir yanıt almıştım: “Kârlı değil!”
Buna karşın otel konuklarına, Cumartesi ve Pazar günleri dışında ücretsiz sabah kahvaltısı veriliyordu. (Tabii ki ücret, otel fiatları içine yediriliyordu.)
Kahvaltı, bayağı zengin bir açık büfe biçiminde veriliyordu. Büfede çeşitlilik ve bolluk vardı. Buna karşın tabak, bardak, çatal bıçak, kısaca akla gelen her şey “atılmalık”tı!  Kullandıktan sonra atacaktınız.
Çeşitler arasında tahıllar, tek kişilik kağıt kutular biçimindeydi. İlk gün, “bunu sütle karıştıracağım kap yok mu” diye sormak cahilliğinde bulundum.
“Sütü kutuya dök ve öyle ye” dedi görevli! Öyle yaptım.
Sözün kısası her gün birçok kişi kahvaltı yapıyor ve geriye “yıkanmalık” (ya da “yıkanmak üzere hiçbir şey”) bırakmadan her şey çöpe atılıyordu. 
Çocukluğumun tek “karamelası,” ABD’deki otel kahvaltısı ve bugünkü küçük bakkallarda bile onlarcası pazarlanan şekerleme/bisküvi/çikulata çeşitliliği!
Bunlar tüketim ekonomisinin çarpıcı örnekleri gibi geldi bana!
Nereden nereye gelmişiz.
Başka yoruma gerek yok sanırım. “Yorumsuz” demek bile mümkün!   
ŞU DEĞİŞEN SAATLER
Olurdu olmazdı derken saatler bir saat geri alındı.
Ta baştan bu konudaki tartışma bana havai, ideolojik ve siyasi geldi. Öyledir de!
Şimdi saatler değişti ama günlük yaşamımızdaki birçok şeyi olumsuz anlamda etkiledi. 
Saatler bir saat geri alınacağına, okullar ve daireler bir saat ileriye alınsa olmaz mıydı?
Elbette ki ne desek boş artık ama insanın kafası bozuluyor bu zavallılıklara!