Bir Ankara dönüşü Yahya Kemal’e sorarlar: “Üstad Ankara’nın en çok neyini seviyorsunuz?”
Yanıt kısa ve açıktır: “İstanbul’a dönüşünü!”
Herkes için bunu söylemek elbette ki mümkün değil! Ama biz adalılar da (en azından ben kendim), genellikle Yahya Kemal gibiyiz sanırım: Nereye gidersek gidelim, seyahatimizin en çok sevdiğimiz yanı, Adamız’a dönmektir.  
İskoçya’nın Glasgow’unda bir hafta geçirdim. Bizim buralardan çok farklı bir ortam var orada! Çalışan bir sistem, patırtısız gürültüsüz bir kent yaşamı; birbirleriyle kavga etmeyen, kendileri ve toplumlarıyla barışık inanlar, oturmuş/yerleşmiş bir kent yaşamı, iyi çalışan bir ulaşım sistemi, herkesin kurallara uyduğu, su gibi akıp giden trafik ve bunlar gibi bizim gibilerin pek alışık olmadığımız bir düzeni algılamamak mümkün değil!  Çevre felaketi yaşıyor da olsak; trafiğimiz rezalet, başta Girne kentlerimiz beton yığınına dönüşmüş, bürokrasi bizi canımızdan bezdirmiş, politik ortam çok kirli, sağcısı solcusu partilerimizin birbirinden pek farkları kalmamış, ekonomi berbat, olumsuzluklar saymakla bitecek gibi olmasa da, seyahatin en iyi yanının ülkesine dönmek olduğunu iliklerine kadar duyumsuyor insan! 
Altın kafese konan bülbülün, “ah vatanım” demesi gibi! 
***
Glasgow, İngiltere’den bağımsızlığını kazanma süreci yaşayan İskoçya’nın en büyük kenti ama başkenti değil! (Başkent Edinburg’tur.)
Güzel, hoş bir kent Glasgow!
İskoçya, bütünüyle güzel, yemyeşil! 
Düzlükler ve yükseltiler, yani ovalarla dağlar kucaklaşıp duruyor her tarafta! 
Yeşil kırsalında koyun ve sığır sürüleri salına salına dolaşıyor.   
Her yanında ülkenin derinlerine ilerleyen fiyortlar, adalar, akarsular, göller, yani bir ülkenin güzelliğine güzellik katan “sular” var.
Şatoları, kaleleri de bolca!
Ve de ülkenin her yanında üretim yapan Viski tesisleri!
***
İskoçya’nın en büyük gölü Loch Lomond’taki, insansız bir adaya gemi ile günlük bir gezimiz olmuştu. İşte o adanın haritası! 
 Kıbrıs’ın, Zafer Burnu üzerine dikilmiş şekli adeta! 
Yorumunu size bırakıyorum.
***
İskoç’lar kesinlikle İngilizler’den farklı, daha sıcak! Tam değil ama az Akdenizli gibidirler. Onlarla çok kolay diyaloğa girilebilir. Hemen de dost olunabilirler.
Geleneklerine bağlı oldukları izlenimini edindim. Çok sayıda olmasa da, erkeklerden “geleneksel İskoç eteği” giyenler var. Bu geleneksel “erkek eteği” ile bu etekle birlikte giyilen çorapların, mensubu olunan klana göre değiştiğini ve İskoçya’da hâlâ daha klanların süregittiğini öğrenmenin beni bayağı şaşırttığını söylemeliyim.
Dilleri İngilizce’den çok farklı ama konuşan çok az! Neredeyse kaybolmuşken son yıllarda İskoçya’da yükselen milliyetçilik/bağımsızlıkçılık akımı, kaybolma sürecini tersine çevirdi. İskoç dili, artık okullarda okutuluyor. Ayrıca dili öğreten kurslar ve teşvik edici uygulamalar varmış. 
En önemlisi, başta trafik levhaları, pek çok şey iki dilli artık! 
İngilizler, İskoçya’nın İngiltere’den ayrılmasını önlemek için, ayrı İskoç kimliğini simgeleyen pek çok uygulamaya önem veriyormuş.       
 İngiltere çok gidip geldiğim bir ülke! Hayran olduğum iki şeyi vardır: Çalışan sistemi ve trenlerde, otobüslerde kitap okuyanları! İskoçya da öyledir sanırım ama bu kez trenlerde, otobüslerde kitap okuyan tek bir kişi bile görmedim. Kuşkusuz benim gözlemlerim yer ve zaman bakımından sınırlı olduğu için yeterli olmayabilir ama başka bir gözlemim de var: Hani biz buralarda, büyüğü küçüğü herkesin elindeki akıllı telefonun esiri olduğunu görüp söylüyoruz ya! İskoçya da bu bakımdan aynen bizim gibi! Herkesin elinde bir akıllı telefon ha bire parmaklıyor.                                            
***
İngiliz, daha doğrusu Britanya’nın “Pub” geleneği ünlüdür. Hatta ben derim ki, (büyük olasılıkla turistik tanıtımlarda da buna değiniliyor) oralara gidip bir “Pup”a uğrayıp insanların oradaki cıvıldaşmasını görmeyen kişi, ne kadar dolaşırsa dolaşsın o coğrafyayı eksik tanımıştır.
Anılarımda da anlattım. Ben iki üniversite yaz tatilini Londra’da çalışarak geçirdim. Sonrasında da oralara çok gidiş gelişlerim oldu.  İsmail Yeğenim (amcaoğlum), her fırsatta beni Pub’a götürür, insanların davranışlarını anlatırdı. 
Bu kez de İskoçya’nın kuzeyi ile ilgili bir günlük tura katıldım. Dönüş yolunda, ikindi vakti bir İskoç Pub’ında mola verildi. 1700’lerden beri içi ve dış görünüşü değiştirilmeden işlevini sürdüren bir pub’tı. Dolu dolu ve cıvıl cıvıldı tabii! Minibüs sürücümüz ve gençten bir bayan olan olan rehberimiz de soluğu içeride almışlardı.   
Pub’ın duvarındaki bir levha ilginçti:
Türkçesi şöyle: 
Öleceğimde beni pub’ın altına gömün
Böylece kocam beni haftanın 7 günü ziyaret edecek
Anlamlı değil mi? Ülkenin pub’a gitme alışkanlığını/geleneğini daha iyi anlatacak bir söz var mı?
***
İnsanın çok mutlu anları vardır. Çocuğunun ya da torununun üniversite mezunu olması da öyle bir şeydir.
Doğumunu dün gibi anımsadığım ilk torunum Cemre Arca, artık başarılı bir üniversite mezunudur. İskoçya’nın Glasgow Üniversitesi’nde müzik okudu. Anlatmakta olduğum gezi, onun mezuniyet töreninde bulunma vesilesiyle gerçekleşti.
Glasgow Üniversitesi’ni uzun uzun anlatacak değilim. Birkaç tıklamayla bolca bilgi alınabilir. Ben sadece bu üniversitenin 1451 yılında, yani Osmanlı İstanbul’u almadan iki yıl önce kurulduğunu belirteyim. Muhteşem üniversite binasının ana girişinde bu tarihi görmek mümkündür: 
Bunun yorumunu da size bırakıyorum.
***
Bir haftalık İskoçya gezisi izlenimleri bu kadar değil elbet! Daha yazılacak çok şey var. İleride belki başka izlenimlerimi de paylaşırım.
Ben gezi yazısı ya da “seyahatname” yazmayı severim. Nitekim bu nitelikte iki de kitabım vardır. Ne yazık ki, özellikle bu sayfada paylaştığım tarzdaki gezi yazılarını yazarken içimde derin bir burukluk vardır. 
Küçük, az nüfuslu ve cennet olabilecek bu vatanı, (ne yazık ki) cehenneme çevirmek için yapılmayanın kalmamasından kaynaklanan bir burukluk! 
Yukarıda anlattığım güzellikleri, güzellemeleri, övgüleri; kendi yurdum için de yazamamaktan yapamamaktan kaynaklanan bir burukluk! 
Sözün kısası ve özü, yukarıda bülbül örneğini vererek, adamıza dönüşün mutluluk olduğunu belirttim ama bu mutluluk buruk bir mutluluktur.