Sonuçları ve artçı “depremleri” süregitse de Barış Pınarı Harekâtı büyük oranda tarihteki yerini aldı. Harekât sürerken, konu iki kez BM Güvenlik Konseyi’nde görüşülerek birinde ABD ile Rusya, diğerinde tek başına Rusya veto ettiği için Türkiye aleyhinde karar alınmadı. İronik, tam bir kara mizah örneği o konuya değinmek istiyorum.

Bir düşünün: Birinde ABD ile Rusya, diğerinde Rusya tek başına veto etmeseydi, Türkiye uluslararası hukuku çiğnemiş ve “işgalci” olmakla suçlanmış duruma olacaktı. Oysa vetolar yapıldığından bunu kimse söyleyemez. Söylese bile havada kalır. Ayrıca Barış Pınarı Harekâtı ile sonuçlarını “uluslararası hukuk” çerçevesine oturtan 13 maddelik "Kuzeydoğu Suriye'ye İlişkin Türkiye - ABD Ortak Açıklaması"   ile Türkiye – Rusya arasındaki 8 maddelik “Soçi Mutabakatı,” ABD ile Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki “veto” larını tamamlayan ve uluslararası hukuk bağlamında pekiştiren belgeler oldular.    

Bunun anlamı şudur: ABD ile Rusya (ve tabii ki Çin, İngiltere ve Fransa)’dan birinin iradesi “uluslararası hukuk” oluyor. Hatta konuyu kişiselleştirirsek, ülkesinin anayasasına göre, özellikle uluslararası ilişkilerde çok güçlü ve tek başına karar verme yetkisi olan dengesiz ABD Başkanı Tramp ya da güçlü bir liderlik sergileyen ve yine, ülkesi adına tek başına karar verebilecek durumda olduğu anlaşılan Putin’in kişisel iradeleri uluslararası hukuka dönüşebiliyor.

Bu durum “ironik” ya da “kara mizah” değil de nedir?

BU DA ULUSLARARASI HUKUKUN BAŞKA BİR “REZALET” YANI

            Sosyal medyanın iyi bir izleyicisi değilim ama bazı konularda paylaşımda bulunmadan edemem. Özellikle çocuk söz konusu olduğunda! Bombanın paramparça ettiği çocuk bedeni gördüm ben, bu bakımdan çocuğa karşı yapılan her çeşit olumsuzluk beni neredeyse çıldırtır.

            Geçen gün de öyle, kısacık bir çocuk videosu paylaştım. Doğu Türkistan’dan, sırtında gördüğü ağır işkencenin izleri görünen bir Uygur çocuğu ve yüzündeki anlatılmaz ve beynime hiç çıkmacasına yerleşen ifade!

Şimdi bile yazarken tüylerim diken diken oluyor. Çıldırsam yeridir.

Bunu yapanlar insan olamaz. Asla olamaz.  

            Ve işin  acı ve kötü yanı nedir bilir misiniz?

            Uygurlar, ülkeye egemen olan Çin tarafından sistemli bir biçimde yok ediliyor ve bu konu ile ilgili haberler uzunca bir süredir medyaya, sosyal medyaya yansıyor.  Yansıyor da kimsenin kılı kıpırdamıyor. Asıl acısı Türkiye’nin de kıpırdamıyor. Konu BM’ye de taşınmıyor.

            Gerçi taşınsa da, sonuç alma olanağı yok! Çünkü orada, Güvenlik Konseyi’nde, ABD gibi, Rusya gibi “veto” hakkı olan Çin var. Yani Çin’in iradesi, uluslararası hukuku da Doğu Türkistan’da işlemekte olduğu “insanlık suçunu” da örtbas edebiliyor, bir anlamda meşrulaştırabiliyor.

            Bu da ironik ve kara mizahın ta kendisi değil mi?   

“KÜRESEL” LİDERLİK DENEN KAVRAM

Gelin değişik bir konuya atlayalım:

Teknolojik, özellikle de iletişim teknolojisindeki gelişmeler, uluslararası sermayenin dolaşımını kolaylaştırıp hızlandırdığı için küreselleşme, siyasal liderlik kavramını da hızla değişime uğratmakta; liderlikte aranan tartışma, uzlaşma, diplomasi gibi klasik nitelikler ülkelerin yönetiminde yetersiz kalmakta; siyasal liderliğin sahip olması gereken başka nitelikler ön plana çıkmakta; siyasal liderliğe yeni sorumluluklar yüklenmektedir. O kadar ki (siyaset bağlamında) teknolojinin yarattığı olanakların sorumluluk bilinci ile ya da sorumsuzca kullanılması,  politikacı - devlet adamı ayırımı yapmakta belirleyici olabiliyor.

Teknolojinin olumlu/olumsuz etkilerini sorumluluk bilinci ile değerlendirebilme yeteneği/becerisi için de aynı şey söylenebilir. Hani “politikacı gelecek seçimi; devlet adamı ise gelecek kuşakları düşünür” denir ya! Küresel liderlik, politikacı değil devlet adamı olmayı gerektirir.

Küresel lider olabilmek için, politik liderlerin:

  • Atacakları her adımda küreselleşmenin yarattığı ortamı ve iletişimdeki teknolojik gelişmeleri hesaba katan bir liderlik anlayışı ile hareket etmeleri gerekmektedir.
  • Ekonomi açısından, uluslararası etkilere açık piyasalardaki dengeleri sağlamak ve korumakla yükümlüdürler.
  • Ekonomi-politik ve sosyo-psikolojik açıdan, toplumu gerecek davranış ve beyanlardan kaçınmalıdırlar.
  • Basiretli olmaları gerekmektedir.

Bunlara bizim koşullarımız bakımından, “Türkiye ile ilişkiler konusunda titiz olunmalıdır” dersek yanlış olmaz sanırım. (Elbette ki kişilikli ve eşitlikçi ilişkilerden söz ediyorum.)

Daha da açalım: 

İletişimin bugün ulaştığı aşama inanılmaz boyuttadır. Dünyanın en ücra köşesinde söylenen bir söz, yapılan her uygulama, alınan her önlem, sergilenen her davranış, tüm ülkede, hatta tüm dünyada etki yapabilir. Bu bağlamda siyasal liderlerin ağzından çıkan her söz, her davranış, kısaca attığı her adım yankı bulma potansiyeli taşımaktadır. Durum bu olunca, siyasal liderlerin sorumsuzca, bilgisizce ve dengesiz konuşmaları, sağduyu ve sağgörüden yoksun önlem ve uygulamaları, dengesiz davranışları, ekonomik, sosyal, siyasal, sosyal, sosyo-psikolojik ve psikolojik bunalımlar yaratma potansiyeli ile yüklü olur.
            Bu konuda sınıfta kalındığını, dünyayı devlet adamlarının/küresel liderlerin değil, politikacıların yönettiğini düşünüyorum.

Bizim ülkemiz, uluslararası camiaya dolaylı yollardan ulaşabilmekte, küreselleşmenin etkileri bize dolaylı olarak yansımaktadır. Siyaset kurumu, bundan yakınmaz; çünkü bu durum ona daha rahat hareket yeteneği kazandırır. Zaten bizdeki siyaset, sıkça vurguladığım gibi, çok az istisna dışında, neredeyse tümü ile popülizme (halk dalkavukluğuna) “tavla teslim”dir. Popülizm, bir yaşam biçimine dönüşmüş; siyaset kurumu, popülizmi sistemleştirmiştir. Bu bakımdan küresel liderlik kavramı sınırlarımızdan içeri girme konusunda zorlanmaktadır. Girmiş olsaydı siyaset kurumunun gevezeliği çok şeyi alabora edebilirdi.

Bizim yönümüzden,  Barış Pınarı Harekâtı ile ilgili tartışmaları bir de bu gözle değerlendirin isterseniz.

            NOT: Bugün Atatürk Cumhuriyeti’nin kuruluş günü, Cumhuriyet Bayramı! Kutlu olsun!