Milletin gülüp oynadığı bir zamanı değerlendirecek olursak, bence kayıp ailelerinin dramının çok derin olduğunu görürüz.  Bu konuyu defaten yazıp çizdik.  Onların beklentileri ve yıkımları da o kadar acı ve elem vericidir.
            Kayıp Şahıslar Komitesi’nden Gülden Plümer Küçük’ün açıklamaları, sanırım uzun bir zamandan beri herkesin kafasında dönüp dolaşan “Kayıplar konusunda hangi noktadayız?” sorusuna bir yanıt teşkil ediyor.
            Gülden Plümet Küçük’ün yapmış olduğu açıklamalara göre; 8 yılda 835 kazı yapılmış.  Bunların 508’i Kıbrıslı Rum, 493’ü da Türkmüş.  Yani toplam 2001 kişinin izini sürüyorlar.  Bugüne kadar 1040 kişinin kalıntılarına ulaşılmış, 840’ının analizi yapılmış, 482 kayıp kişinin kimlikleri belirlenip, kemikleri ailelerine teslim edilmiş.  Bunları gerçekleştirmek hiç de kolay değildir.
            Tabii ki “Kayıp Şahıslar Projesi” çok para gerektiren bir projedir.  Belki proje kelimesi yerine “çalışmadır” desek daha doğru olur.  Çünkü proje, olmayan bir şeyi yaratmak ve onu yaşatmaktır. Halbuki “çalışma” kaybolan bir şeyi meydana çıkarıp umutları sonlandırmaktır.
            Oldum olası bugüne kadar pek çok bu konuya son derece duyarlı yaklaşmış, kayıp ailelerinin dramatik durumlarına parmak basmışımdır.  Hatta bu konuda bir dramaturg olarak “kalıcılık ve evrensellik bağlamında” bir de tiyatro eseri yazmışım.  Halen kayıp şahıs ve kayıp ailelerinin dramına ilişkin romanımın hayat bulması için büyük uğraş veriyorum naçizane bir ifade ile.  Belki ilerideki umutlarım gerçek olursa, bu romanı filme çevirtme ve kayıplar konusunu daha bir anlamlı hale getirip insanlığa bir belge olarak sunarım, diye düşünüyorum.  Bunlar benim şahsi yazın hayatımla ilgili. 
            Lakin unutulmamalıdır ki, her savaş sonrasında bu ve buna bağlı pek çok dramatik durumlar olmuş, ve bu olgulara yönelik ibret mahiyetinde eserler üretilmiştir.  İkinci Dünya Savaşı’nda NAZİ’lerin Yahudi’leri nasıl katlettikleri ve hayatta kalanların nasıl hayatta kaldıklarını da okumuş ve filmlerde görmüşüzdür.
            Esasında kayıplar konusunu işlerken, nedense hep psikolojik ve dramatik durumunu ele aldım.  Çünkü yaşanmışlıkların insanlara verdiği acılar, evrensellik içinde olmaması gerekendir.
            Gülden Plümer Küçük’ün verdiği rakamlar içinde, herhalde kemik olarak dönen ve törenle toprağa verilen zavallı insanlar vardır.  O minicik tabuttaki kemikler sadece birer madde olmasına karşın, son derece manevi değeri vardır.
            Bir düşünün... Sokaktan, tarladan ve iş yerlerinden alınıp götürülen Türklerin dönüşlerinin beklentisi, aile açısından hem “Bir gün gelecek” saplantısı içinde olmuştur.
            O insanlar bence hep anılarla yaşamışlar ve hala yaşamaktadırlar.  Hani derler ya... “Yaşamayanlar bilemez bizim çektiklerimizi” diye... Onların yaşadıkları ile normal insanların yaşadıkları çok farklıdır.  Mesela babası kaybolduğunda annesinin karnında olan çocuğun dramı daha da büyüktür.  Hiç onun sıcaklığını duymamış, onunla bir resim çekememiş, ona “Baba” diyememiş ve babasını hep duvardaki fotoğrafından tanımış.
            Kemik olarak dönen bazı kayıp çocukları ile konuştuğumuzda bize ne derler bilir misiniz?
            “Böyle bir dönüş, bizim beklediğimiz anlamda bir dönüş değildi.  Keşke hiç dönmeseydi ve o acılarımıza rağmen, hep onu gemişteki haliyle ve anılarıyla, hatta bekleme umutlarıyla orada kalsaydı.  Şimdi ona ulaştık.  Hem de bir kemik yığını şeklinde.  Kapı gibi yakışıklı, geniş omuzlu, gür saçlı, onurlu duruşlu babam bu kapıdan çıktı gitti ama bir kemik yığını halinde minicik bir sandukada döndü.  Bundan sonra umudun son noktasında artık onun mezarına gidip bir buket çiçek koyacağız.  İşte fark buradadır.”
            Gerçekten bunlar çok büyük acılardır.  Gidişle dönüşün farklılıklarıdır bence.  Umutla umutsuzluğun, hayalle gerçeğin çatışmalarıdır hatta.
            Tabii ki savaş kötü şeydir.  Yıllarca fanatik milliyetçi Rumlar insanlarımızı alıp götürmüşler ve meçhul çukurlara gömmüşlerdir.  Yıllar sonra vicdan meselesi devreye girince, bu kayıplarımız toprak üstüne çıkmaktadır.  Kayıp Türkler isyan etmekte haklıdırlar.  Çünkü Rumlar sırf ENOSİS için birçok masum kardeşimizi alıp götürmüşler ve katletmişlerdir.  Lakin 15 Temmuz darbesi sonrasında Türk askeri Kıbrıs’a çıkınca ve EOKA direnince, Rumların kayıpları da kaçınılmaz oldu.  Yani Rumlar, ne Kıbrıs Türklerini, ne de Türk askerini suçlayabilirler.  Çünkü bütün bunların sorumlusu Rumlardır.  Şimdi “barış” diyorlar da başka bir şey demiyorlar.  “Eskisi gibi muhabbetle yaşayalım” diyorlar da başka bir şey demiyorlar.  Hangi Türk Rumlarla eski günleri yaşamak istemezdi ki?  Ama arada yaşananlar ve ölüm korkuları bizi bu hallere getirdi.  Şayet ENOSİS talepleri olmasaydı, bu kadar masum insan sokaklardan alınıp götürülmeseydi, bu savaşlar olmasaydı, bizler yine yortularda, dini günlerimizde birbirimize pilavuna ve lokma ikram etmeyecek miydik?  İşte acı olan da budur.  İnşallah onurlu bir barış olur da “zararın neresinden dönülürse kardır” deriz.
            Gülden Hanım’ın o anısı da beni son derece etkilemiştir.
            Bakınız kayıp çalışmalarında Gülden Hanım ve arkadaşlarının tanık oldukları olaya...
            “Bu sürecin en etkileyici kısmı, bir kişinin kimliklendirildikten sonra ailesine bildirilmesi ve o ailenin gelip ara bölgedeki laboratuvarda aile görüş merkezinde kalıntıları görmesidir.  Buraya geldiğinizde, bir genç kızın bebekken kaybettiği babasını kemik olarak görmesi, ona sarılmasına tanık olursunuz.  Bununla yüzleşmesi, acınıza bir boyut getirmesi en acı kısımlardır.”
            Kayıplar Şahıslar Komitesi üyelerinin yürekleri mangal kadar olmalıdır.  Hatta çelik gibi sinirleri de olmalıdır.  Çünkü onlar, hep acılar içindeki insanlara ve onların daramatik davranışlarına tanık olmakta ve çok üzülmektedirler.
            Allah onlara da, kayıp ailelerine ve onların çocuklarına da büyük sabırlar versin diyorum.