20. inci yüzyılın başlarında daha henüz  Birinci Cihan harbinin başlamadığı bir tarihdi. Lefkenin cıvıl cıvl çarşısı, yeni açılan maden ocaklarının işçileri ile dolup taşıyordu. Bölge halkı Osmanlı zamanından müstesna çardaklı evlerde kalıyorlardı.  Yeni zenginlik CMC MADENLERİNİN işletilmesi ile başladı, bahçelerin, hurmaların getirdiği gelirler bölge halkının refahını artırdı. 
İşte tam o dönemlerde dolup taşan camilerin yanında, kiliselerde bölge halkına dini hizmet veriyordu. Kimse kimsenin dinine karışmaz, ırkına milletine söz atmazdı. Rumlar ve Türkler hep beraber CMC madenlerinde çalışır ve Lefke pazarında alış verişlerini yaparlardı.
Bir cumaa günü idi Lefke Camii yine kalabalıktı. Namazdan sonra dışarı çıkan İbrahim efendi ve kadim dostu Mulla Hasan efendi, camiinin bahçesinde ağaca asılı beyaz bohça gibi birşey gördü. İbrahim efendi. Mulla Hasan’a bak orda ne var deyince. Mulla Hasan baktı, hayırdır inşallah dedi. İbrahim efendi, can ise benim, mal ise senin olsun dedi ve ağaca doğru yürüdüler. Uzanıp bohçayı alıp indirdikleri zaman birde ne görsünler içinde güzeller güzeli, mavi gözlü, gülümseyen bir erkek çocuk. İbrahim efendi sevinçten uçuyordu... ALLAH yolladı bana bu yavruyu... bakalım kimin nesi? O da kalsın bizimle, o da bir sokum ekmek yesin... Mulla Hasan, şanslı çocukmuş, senin gibi dini bütün, dürüst, saygın bir ailenin eline düşmüş. Ne şansı be Mulla yavrucak şimdiden sokağa atılmış. Vah gariban... Bohçayı koluna geçiren İbrahim efendi, beyaz atını bağladığı , kahvenin ordaki ağaca doğru . Mulla ile beraber yürüdü. Çocuğu heybenin bir tarafına yerleştirdi, sonra aldığı erzkaklarla diğer gözünü dengeledi. Mulla ona ata binmesi için el verdi. Ata binen İbrahim efendi köyüne hareket ederken Hade salıcakla Mulla , Cumaaya yine görüşürüz... salıcakla İbrahim efendi diyerek el salladı...
Kimse fark etmemişti, büyük çınar ağacının arkasında , kara çarşafına sıkı sıkı sarılmış, yalnız gözleri görünen, zayıf, çelimsiz kadını... İbrahim efendi atını  mahfuzlayıp ordan ayrılırken hemen, çınarın arkasından, canı yanmış gibi fırladı. Sonra durakladı, hıçkırıklara boğuldu ve yürüdü iniş aşağı gitti , zavallığının sonsuzluğunda kayboldu...
İbrahim efendi evine varmış, evin arkasındaki ahırlardan içeri girmişti ki, hemen evden kızlarının sesi yükseldi. Babam geldi, babam geldi... Elvan hanım acele elindeki işleri bıraktı koşa koşa kocasını karşılamya gitti. 3 kız, iki oğlanda onu takip etti. 
Hoş geldin efendi dedi , Elvan hanım. Çocuklar hep bir ağızdan hoş geldin baba derken , babalarının ne şekerler getirdiğini merak ediyorlardı. Hoş bulduk Elvan hanım, hoş bulduk... Sana bir can daha getirdim... çocuklarımıza da bir kardeş, oğlan kardeş... Elvan hanım hayır ola İbrahim bey... Hayırdır, hayır. Sen hele bir el ver heybeleri indirelim... merakla çocuklar koşuştu , heybeleri  indirdiler. İbrahim efendi ,yavaş, yavaş diye ikaz etti. Elvan hanım bohçayı kucağına aldı ve yavaş yavaş araladı, güzeller güzeli mavi gözlü bir cocuk, sürekli gülümsüyor, hiç sesi çıkmıyordu... Elvan hanım ne şirin şey, hep gülümsüyor dedi... Münever büyük kızı. Onu bana ver anne, bende tutayım, bende tutayım... diğer kızlar bende, bende diye haykırdılar. Elvan hanım tamam, tamam içerde ,evde tutarsınız... şimdi babanıza yardım edin, erzakarı  indirin, sonra koyunları yidirin, ona göre. Kızlar bir yandan oğlanlar bir yandan hep beraber işe sarıldılar. Elvan hanım, yeni bebeği ile eve girdi onu sedirin üzerine yatırdı, altını değişti. Bebek hala tatlı tatlı gülümsüyordu. Hiç ağlamıyordu... Kızlar geldi, ilk önce Münever, sonra Zehra ve enson da Emine en küçükleri , 8 yaşında onu kucağına aldı. Oynattılar oynatılar... bebek sevinçten gülüyor ancak ses çıkarmıyordu. O gece kandil ışığında yenen yemekten sonra, bulgur pilavı İbrahim efendiyi sıkmış olacak ki, hemen yatmak istedi. Elvan hanım, çocuklarla ayrı odada oturdu ve İbrahim efendinin nasıl bu yavruyu bulduğunu anlattı. Ona iyi bakacaksınız diye tembihledi... kızlar hep bir ağızdan bakarız bakarız derken, Mutallip ile Ali  olur, olur. Mutallip hele bir büyüsün ben onu avcı ederim... 
Aradan 3 gün geçmişti , çocuk çok sakindi, hiç sesi selengi çıkmıyordu. O kadar yavaştı ki, evde küçük çocuk var yok kimse bilmiyordu. Ancak Elvan hanım şüphelenmiş, İbrahim beye, efendi bu çocuğun hiç sesi selengi çıkmıyor, çok yavaş demişti. İbrahim bey, iyi ya, sende adını YAVAŞ koy... Aradan günler geçti , aylar geçti hiç sesi çıkmadı garibin... nihayet, herkes doğuştan sağır, dilsiz olduğunu anlamıştı... onu o kadar daha acımışlar bağırlarına basmışlardı ki, evin neşesi olmuştu.
Birinci Cihan harbi çıkmış, İngilizler Kıbrısı ilhak etmişlerdi. Padişah Abdülhamid, Kıbrıslılara Anadoluya dönebileceklerini, mal mülk sahibi olabileceklerini fermanla, Şeyhülislam aracılığı ile bildirmiş. İngiliz idaresinde kalmak istemeyen Türkler aileleri ile birlikte Anadoluya göç etmeye başlamıştı. İbrahim efendinin büyük oğlu Mutallip marangozdu. Yeni evlenmişti, İngiliz mezaliminde yaşamak onun için zuldü. Yeni bir hayat, Türk topraklarında hür ve özgür yaşamak için, karısı Zehrayı aldı ve Anadoluya göç etti. İbrahim bey çok mütessir olmuştu, ancak onların güvende olması çok daha önem taşıyordu. Elvan hanım bağrına taş bastı, diğer evlatlarına sarıldı. Ali , İbrahim beyin küçük oğlu madende iş almış şöför olmuştu, ancak İngilizler Türklere karşı cephe almışlar, onları hergün aşağılıyorlardı. Nihayet birgün Ali kullandığı Jeep i çarptı kaza yaptı. İngiliz amirinden öylesine bir hakarete maruz kaldı ki, hazmedemedi. Maaşından kesilen zarar ziyanın arkasından, o da Anadoluya, Adanaya ağabeyisinin yanına  ğöç etti. İbrahim bey ne söyledi ise onu kararından vaz geçiremedi.
Yavaş artık büyümüş, kocaman cocuk olmuştu, Babası İbrahim beyle davara gider, artık ona yardım eder olmuştu. Kızı Münever evlenmiş Lefkoşaya taşınmışlardı, ancak Bayramlarda ellerini öpmeye gelirler, bir hafta bir süre kalırlardı. Eskiden olduğu gibi kurbanalar kesilir, börekler, çörekler yapılırdı. Bir Bayram Mehmet enişte zengin bir tüccar arkadaşı ile geldi. Oda Zehraya talip olmuştu. Nihayet Zehra da evlendi gitti. Muhteşem bir düğün yapmışlardı. 20 tane kuzu kesilmiş, davullar zurnalar eşliğinde, köyde 40 gün 40 gece düğün yapılmıştı. Herkes mübarek olsuna gelmiş, yeni damat Ali Rıza beyi merak etmişlerdi. Onlarda Lefkoşaya yerleştiler. Kasaba da yaşamak bir ayrıcalıktı. 
Artık evde Emine ve Yavaş kalmıştı. Elvan hanım üzerlerine titriyordu. Yavaş İbrahim beyin her işine koşturur, 100 baş davarı bekler, sütlerini sağardı. Elvan ana kızı Emine ile hellim yapar, Yavaş da Lefke  çarşıda satardı.  Elvan hanımın hellimleri o kadar lezzetli idi ki, Yavaş satmakta hiç sıkıntı çekmez, hatta ertesi haftaya siparişler alırdı. CMC müdürü İngiliz amirin özel siparişleri, Papazın kızı Marianın, her hafta onu görmeye gelişi ve muhakkak hem hellim hem taze nor alışı onu ziyadesiyle memnun ederdi. Hem sağır hem dilsiz olduğu için onun saflığını , o tatlı gülümseyişini herkes severdi.
Bir Kristmas yortusundan birgün önce sürmeli kuzusunu aldı ve CMC nin müdürü İngiliz amirin evine gitti. Siparişleri götürmek için her zaman gittiği bir evdi. Kapıyı çaldı. Lady Dorothy açtı. Come in Yavaş dedi. Yavaş yok yok diye işaretler yaptı ve kuzuyu gösterdi. Sonra el işaretleri ile kuzunun, oğulları Davidin hediyesi olduğnu anlatmaya çalıştı. Lady Dorothy o kadar memnun olmuştu ki, sevinçten uçuyordu. Kocası Sir Michael geldiği zaman, Yavaşın hediyesinden bahs edince çok büyük bir mutluluk yaşadılar. O gece David kınalı kuzu ile beraber yattı...
Sir Michael hemen ertesi gün Yavaşın adına bankadan bir hesap açtırdı ve 100 sterlin yatırdı. Sonrada düzenli, süt paralarını, hellim paralarını hep o hesaba yatırmaya başladı.
O hafta Papazın kızı Maria çarşıya gelmemişti. Yavaş merak etti, her hafta aldığı norları, hellimleri darcığına koydu, papazın evinin yolunu tuttu. Zaten köy yolunun üzerinde idi. Eve geldi kapıyı çaldı, hiç ses çıkmadı, kimse yoktu galiba. Arkadan dolaşayım, samanlıktan geçer bakarım diye düşündü. Öylede yaptı. Beyaz Kelebekler uçuşuyordu, samanlığın yarı açık kapısından, içeriye girdiler. Yavaş bu kelebekler nereye uçuşuyor diye bir bakayım dedi ve hiç görmediği bir manzara ile karşılaştı. Maria ile sonradan adını öğrendiği Hellena  sevişiyorlardı... Yavaş dona kaldı hayretler içinde onları seyrederken, Maria farkına vardı, ilk önce korkar gibi oldu, Hellena titriyordu. Sonra Yavaş olduğunu görünce gülmeye başladı. Gel, gel diye işaret etti. Hellena ne yapıyorsun? derken Maria korkma o hem sağır, hem dilsiz, hemde çok yakışıklı biri... Tam bizi istediğimiz gibi eylendirebilecek bir tip. Mariada Helenada gülüştüler, sonra Yavaşı ortalarına aldılar ve soydular ... o gün Yavaş eve çok geç dönmüştü. Elvan hanım çok merak etmiş, başına birşeymi geldi diye, kapıda bekliyordu. Yavaşı neşeli görünce ne oldu Yavaş dercesine işaret etti. Yavaş hiç birşey yok gibi bir işaret yaptı ve mandıraya yürüdü, sevinçle işinin başına döndü. Yıllarca devam etti bu macera ta ki Maria evlenene kadar. Maria Anastasiades isimli bir zengin yaşlı tüccar ile evlendi. Düğüne Yavaşda davetli idi.Hatta, Maria onu Gumbarosu olmaya ikna etmişti. Çok muazzam bir düğündü, Maria gelin duvağının içinde bir okadar daha güzel duruyordu ki, kimse yaşlı damada onu yakıştırmamıştı. Sıra takılara gelince, Anne, ve Papaz babası kızlarına yüz görümlüğü altın bilezikler takarken, Damat inci gerdanlık taktı. Yavaş, Maria ya yanaşıp elindeki 3 Osmanlı altınından oluşan bir kolye taktı. Gözleri dolmuştu, Maria onun acısına teselli olurcasına onu her iki yanağından öptü. Yavaş işaretle her bir altın, bir hatıra olsun, bir sen, bir ben, bir Hellena dedi. Kimse anlamamıştı işaretlerden ama Maria çok iyi anlamıştı . Papaz, kızına bir sağır çobanın bile O kadar pahalı bir hediye takmasından çok müsterih olmuş ve diğer gumbaroları, bir Türk kadar olamadınız diye azarlamıştı. Maria arada bir Yavaşa haber salar, yine gizli, gizli, buluşurlardı. Bir oğlu olmuştu Marianın, Dedesi onu büyüyünce Papaz okuluna yatılı vermişti. Maria Kocası öldükten sonra falcılığa başladı... Papaz kızı olarak o kadar ün yapmıştı ki , her köyden, Türkler ve Rumlar talih açtırmak için ona geliyorlardı. Birgün Yavaşa birde senin talihine bakayım dedi. Yavaş gülerek elini açtı, öyle hurafelere inanmıyordu... Maria baktı, sonra onun yüzüne kızgın, kızgın, bakarak ‘ Senin başka sevgilin var ‘ dedi. Yavaş ellerini yok, yok dercesine havaya kaldırdı, ama Maria ısrar etti. Var var dedi. Yavaşın aklına birden Zeynep geldi... çaresiz boynunu büktü. Aramızda birşey yok dercesine avuçlarını açtı. O beni seviyor der gibi. Maria , gözlerini çıkarırım der gibi işaret yaptı ve sonra sen hiç evlenmeyeceksin ama bir çocuğun olacak onu hiç görmeyeceksin dedi. Çok acılar çekip, çok zengin olacaksın ve ömrün çok uzun olacak dedi... Yavaş inanmadı yarı gülümsedi ve ordan ayrıldı... 
28 Haziran 1914  de Avusturya Kralı Ferdinand ın bir sırp tarafından katledilmesi ile, 5 Temmuz 1914 Alman Kralı Willheim in da desteğini alan Avusturya 28 temmuz 1914 de Birinci Cihan harbini Sırblara karşı ilan eder. 1 Kasım 1914 de Osmanlının katıldığı Birinci Cihan savaşı,  Türkler ve Almanlar için mağlubiyetle sonuçlanır ve Osmanlılar 30 Ekim 1918 de sözde BARIŞ ANDLAŞMASI İMZALAR...
Ancak müteffikler Anadoluyu  paylaşmaya başlamışlar.  İstanbul tamamıyle işgal altındadır, Anadolu harblerden bitab düşmüş fakrü zaruret içindedir...
Artık Kıbrısda köylerde büyük bir hüzün vardır. Camilerde vaizler hep Türk Milletinin kurtuluşu için dua eder. Sürekli Namık Kemalin şiirleri okunur. Vatan sevgisi ile yüklü anılar yaşatılırdı. Köydeki ezan sesleri vakti bildiren, okunurken insanın içine su serpen, refah veren, bir nebze acılarnı dindiren bir sesdi. Allaha olan inançları hiç değişmemiş, Müslüman Türk halkı camiileri doldurur, Anadolunun selameti için sürekli dua ederlerdi. 
İşte tam bu inanılmaz sıkıntılar içerisinde 19 Mayıs 1919 da MUSTAFA KEMAL  ( ATATÜRK ) Samsuna çıkar ve İSTİKLAL SAVAŞININ  ilk kıvılcımı atılır.
Kıbrıs Türkü Çanakale Zaferinin şanlı komutanı Mustafa Kemali çoktan kalbine nakşetmiştir ve onun önderliğinde Anadolunun zafere ulaşacağından emindir.
Rumların Kıbrıslı Türkleri alay edip, aşağılamaları , İstanbulun artık Konstantinopolis olacağını ve İzmirin, İsmirna diye anılacağını, Osmanlının ise Tarihden silineceğini söylüyor lardı. Durumlar epeyi gergindi...
Nihayet  Yunan Generali  Trikopisin teslim oluşundan sonra şanlı Türk ordusu  9 Eyl ül 1922 de İzmire girmiş ve Kurtuluş savaşı sona ermişti... Anadoluda Modern Türk tarihinin başlangıcı...
Kıbrısta haber köy meydanlarında davullu zurnalı kutlamalarla, kurbanlar kesilerek büyük bir heyecanla ve coşku ile kutlanmıştı. O gün köy meydanında gençler toplanmış, zeybek havaları eşliğinde oyunlar oynarken, Yavaş da ortaya atılmış ve herkesin hayretler içinde kaldığı bir maharetle, çifte telli oynamıştı. İbrahim efendi onunla gurur duydu. Köylü onu bir kat daha sevdi. Ancak ona asıl hayran kalan , komşu kızı Zeynep di...
Emine 38 yaşına gelmiş ancak bir talihlisi çıkmamıştı. O hayatından memnundu. İbrahim bey, Elvan ana artık yaşlanmış, bütün ev işleri Emineye kalmıştı. Yavaş, tarlaları sürer, ekip, biçer, herşeyi çevirirdi. Nihayet Osman , Emineye talip oldu, ayni köyün insanıydı, belki işte ğüçte yardımcı olur, hemde Emine de evden ayrılmaz diye onları evlendirdiler. İlk zamanlar Osman yardımcı oldu, sonraları, kumarlara alıştı, karı kız derken Eminenin mallarını satmaya başladı... Yavaş el altından tekrardan bütün malları aldı... İbrahim beyin vefatından sonra, Elvan ana bir yıl daha yaşadı, ne garib  bir tesadüf o da ayni gün öldü. Yavaşı bu iki muhterem insanın ölümü çok sarsmıştı. Artık evde Emine oğlu İbrahim ile kalmış, Osman ,kocası kendini iyicene kumarlara kaptırmıştı.
İkinci Cihan savaşının ardından, İngilizler büyük yara almış, Kıbrıs da fakirlik baş göstermiş, hala savaş zamanındaki olağan üstü haller devam ediyordu. İkinci Dünya harbinin  o sıkıntılı yıllarında Mouskos ( Makarios III ) Atinada papazlık eğitimi almıştı. 1946 da Amerikada eğitimine devam etti. 1948 in ilk baharında Kition piskoposu  olarak seçildi ve Kıbrısa dönüş yaptı. 1950 de Makarios II ye karşı yarıştı ve Baş pikopos olarak seçildi. O günden sonra Kıbrısın mahzun kaderi tamamıyle bir din ve ırk kavgasına dönüştü. Makarios III , Amerikalıların, İngilizlere karşı verdiği özgürlük mücadelesinin etkisinde kalmış olmalı ki, İngilzlere karşı mücadele vermeyi ve Ada yı Yunanistana ilhak etmeyi kendine, milli ve dini bir hedef olarak seçti. Hala Kıbrıslı  Rumlar bu hayali Helenizim  paşinde koşmaktadırlar... Onca acıya ve ölümlere rağmen. Christian Palmasın Birleşmiş milletlerdeki önerisi ( 1950) İnğilizlerin ada da dost olarak kalmaları ancak idarenin Rumlara devredilmesi idi. Çünkü Palmas bu konun Birleşmiş Milletleri ilgilendirmediğni ve kıbrıslıların bir iç meselesi  olduğunu  savunuyordu.. (şimdi de ayni hikayeleri duyuyoruz). 
1955 Nisan 1 Dünya yalan gününde. Mahmut Çavuş un Baf kasabasında vurlması ile Yunanistan sponsorlu general Grivasın liderliğinde EOKA /eɪˈoʊkə/ (Εθνική Οργάνωσις Κυπρίων Αγωνιστών,Ethniki Organosis Kyprion Agoniston kurulduğu ilan edildi.
Türklerin tepkisi çok sert oldu. Sir John Harding o günkü İngiliz valisi birçok Türkü EOKA ile mücadele için polis yazdı. Türk , Rum kavgaları iyiden ateşlendi...
O gün Lefkeden, Lefkoşaya gitmekte olan otobüsü, Petrede  EOKA cılar durdurmuş, herkesi otobüsden aşağıya indirmişlerdi. Kadın çoluk, çocuk bir tarafa ayrıldı, erkekler bir tarafa...Yavaş her zamanki gibi koyunlarını otlatıyordu. Uzaktan bu acayib durumun farkına vardı. Yavaşca koyunlarla yanaştı ancak belirli bir mesafe tuttu. Yarım saat kadar yolcuları yokladıktan sonra 3 tane erkeği ayırdılar ve otobüsü yollattılar. Ayrılanlar arasında eniştesi Osman da vardı, belli ki yine Lefkoşaya Kumara gidiyordu... Birden silahlı Rumlar dipçiklerle Türkleri dövmeye başladı, onları zorla önlerine kattılar. Yavaş durumun ciddiyetini birden fark etti ve koyunları çevirdi oradan hızla ayrılmaya başladı. Ancak yinede gözü onlarda idi. Bir ara Türkleri üçünü birden kör bir kuyunun karşısında sıraya dizdiler, ellerinihavaya kaldırtılar ve hiç acımasızca ateş ettiler... 3 de yere yığılmıştı, Rumların hepsi birden ayaklarından sürükleyerek onları kuyuya attı. Yavaş bu insanlık dışı canavarların yaptıkları karşısında dona kalmıştı. Hemen ordan uzaklaştı. Rumların bir tanesini tanımıştı. O Dimitri idi... şimdi Emine ye ne anltacaktı, ya İbrahim öksüzü...??? Yavrucak öksüz kalmış, kimi kimsesi yoktu artık. Ona, annesine dahada sahip çıkacaktı, gözlerinden, yaşlar aktı... sel oldu gitti. Kendi gariban hali aklına geldi. Eve hüzünlü döndüğünde kimse bir şey fark etmedi. Emine kocasının yine Lefkoşada olduğnu, nasıl olsa paraları bitirince geri döneceğini tahmin ediyordu. Osman her ne kadar hayırsız olsa bile, aşırı milliyetçi bir yapısı vardı. Atatürkü çok sever hep oğlu İbrahimi Türkiyede okutmayı yeylerdi...
Aradan 3 gün geçmişti. Yavaş gayri ihtiyari davarı yine Petre ovasına sürdü, belki bir haber, bir Osmanın sağlığı ile ilgili bir ümit doğar diye düşünmüştü. Ama onlar gözünün önünde vurulmuşlar ve kör kuyuya atılmışlardı. Ne ümit olabilirdi ki? Yine de gitti... birde baktı ne görsün... Dimitri kör kuyunun başında eğilip içerisine bakıyor... hiç tereddüt etmedi, hemen koştu ve onu kuyudan aşağıya itti... Sonra durakladı... hiçbir ses seda gelmiyordu... süratle oradan davarını ldı kaçtı...
15 gün olmuştu Osman gideli, hala dönmemişti. Emine merak içinde idi. Yavaş ona anlatamazdı.
Aslında olanları kimseye anlatamazdı. Sağır , dilsiz bir adamı kim kaale alırdı, sonra derdini nasıl anlatacaktı? Sustu... Sustu ama İbrahimi artık herşeyden sakınırdı, başına birşey gelmesin diye.. Onu okutacaktı.... öylede yaptı. İbrahim ilk önce Adana ya dayısı Talip beyin yanına gitti, karısı Zehra hanım ona çok hürmet gösterdi. Dayısı Adanaın tanınmış zenginlerinden olmuştu. Tahsilini İstanbulda tamamladı 1963 deDoktor olarak Ada ya dönmüştü... İlk önce yaşlı annesinin elini öptü, sonra  hep acılarını paylaşan, komşu kızı Zeynep ablanın. Evin içi misafir dolmuştu, herkes hoş geldine gelmiş, Emine hanımı tebrik ediyorlardı. Nihayet akşam üzeri Yavaş davarı ile eve geldi. İbrahim onu ahırın kapısında karşıladı, hemen ellerine sarıldı, öpmek istedi... ama o ( ne münasibet ) dercesine bırakmak istemedi, ancal ona sımsıkı sarıldı, Bravo dercesine...
O gün davarı beraber sağdılar, ertesi gün annesi ve Zeynep ablası hellimi beraber yaptılar. Zeynep abla , anne ve babasının ölümünden sonra,Yavaşın İmam nikahlı karısı olarak artık onlarla beraber yaşardı. Yavaş ona da sahip çıkmış ortalarda bırakmamıştı. Çok kalmadı İbrahim geri İstanbula döndü. Sevim hanım diye çok cici bir kızla nişanlanmış, o da doktordu.
1963 Noel inde Rum ve Yunan askerlerinin saldırısı ile başlayan olaylar Türkleri tam anlamıyle köylerde ve kentlerde muhasara altına almıştı. Çok sıkıntılı günler yaşanıyordu, ancak Yavaş için değişen çok birşey yoktu. Civar köydeki Rumlar da Türklerde onun zararsız biri olduğunu, yardım sever ve gariban biri olarak bilirdi.
Bir gün ovada genç bir Rum çobanın, 3 tane daha yaşlıca Rum tarafından taciz edildiğini gördü... Hemen yanlarına yanaştı ve tacizci Rumların birine topuzu ile öyle bir vurdu ki, diğerleri neye uğradığını şaırdı, hemen kaçmaya başladılar. Topuzu yeyen, yerde yatan Rumu , Yavaş öyle bir el işaretleri ile tehdid etti ki , Rum oğlu nerde ise korkudan ölecekti. Andrea, genç çoban, sarıldı elini öptü Yavaşın. O da sırtını sıvazladı, onu yatıştırdı...
Akşam üzeri davarı hemen sağmışlardı, genç Andrea yanında babası ve Maria nın geldiğini gördü. Hemen içeri davet etti. Ellerinde hediyeler, değerli bir kilim, bal ve lokumlar vardı. Emine ile Zeynep onlara çok hürmetkar davrandı. Maria , Zeynep den kıskanmışa benziyordu ama hiç belli etmedi, ancak kapıyı çıkarken Yavaşa ( Seni gidi çapkın dercesine bir bakışla baktı ). Andrea meğer Maria nın hısımları imiş. Olayı babasına anlatınca, babası Maria yı yanına alarak Yavaşa teşekküre gelmiş...
1964 – 1974 Kıbrıs Türk halkının çektikleri ancak Anadolunun işgal altında olduğu dönemlerde, çekilen acılar kadar insanlık dışı olayların şahidi idi. 20 Temmuz 1974 de Türk ordusunun artık yeter deyip Ada ya müdahalesinden sonra Kıbrıslı Türkler özgürlüklerine kavuşmuş. Ecevit , Kıbrıs Türkünün medarı iftiharı omuş, onu en az Atatürk kadar sevmişti... 1961 de Türk askeri adaya ayak bastığı zaman İbrahim bey bir dana kurban kesmiş, fakir fukaraya dağıtmıştı. Söylediği bir veciz söz vardı... ( Türk askeri artık bu ada dan çıkmaz. Ayak bastımı basmadımı) hakkaten 10 yıl esaretden sonra Mutlu Barış hareketi ile, adaya barış gelmiş, solcu Rumlar da cenosit den kurtarılmışlardı.
16 Ağustoz 1974 de yine davarını otlatırken. Andrea geldi davarı ile, korkudan titriyordu, evlerini terk etmişler, tıpkı 20 Temmuzdan evvel Türkler gibi can havli ile kaçıyorlardı. Yavaş ona yardım etti, hududu geçirdi... Sonra Marianın evinin yolunu tuttu... Kimseler yoktu evde, onlarda  alel acele evlerini terk etmişlerdi. Hala mutfakta ,çaydanlık üzerinde kaynıyordu. İçeri odalara girdi herşey yerli yerinde idi. Yavaş başladı kıymetli eşyaları toplamaya, darcığına yerleştirdi. Marianın altınlarını nereye sakladığını biliyordu. Hemen Marianın odasındaki kilimi kaldırdı, altındaki tahtayı oynattı, yerde bir beyaz bohçanın içinde bir küme altın saklı idi. Onlarıda darcığına koydu, süratle oradan ayrıldı. O gece darcığı samanlığa gizledi. Ertesi gün sabahtan, darcığı omuzlayıp dere yatağından karşı Rum köyüne geçti. Doğru kiliseye gitti. Kilisenin papazını tanımıyordu. El kol işaretleri ile zorla derdini anlattı. Papazın kızı Maria yı arıyordu. Köyün papazı aldı onu , köyün dışında yeni bitmiş güzel bie eve götürdü. Kapıyı çaldı, bir siyah elbiseli cira, çıktı. Papaz bu dilsiz, Maria yı arıyor dedi. Birden Maria, şaşkınlıkla, koşarak geldi, O na öylesine bir sarıldı ki, herkes şaşa kaldı. Yavaşı içeriye aldılar, Ev kalabalıktı, herkes hüzünlü ve ağlamaklı idi. Yavaş, Maria ya gel işareti yaptı ve omuzundaki darcığı yere indirdi, açtı. İçindeki bohçayı çıkardığını gören Maria sevinç çığlıkları attı. Tekrar Yavaşa sarıldı, sarıldı öptü... Onun Türk olduğunu kimse anlamamıştı. Maria o bir Türk deyince, güya soğuk sular dökülmüştü, evin içerisine.  Papaz ne olursa olsun, o bize en sıkıntılı zamanımızda yardımcı oldu, bende ona hududa kadar yardımcı olacağım dedi ve oldu...
Yavaş artık çok mutluydu... Türk bayrağının altında özgürce yaşamak, ezan sesleri uyanmak ona mutluluk veryordu. Hiç kimse onun biraz olsu duyduğunun farkında değildi. Artık köyün en zengin kişisi olmuş. İngiliz amirin bankaya attığı 100 sterlin artı kendi yıllarca biriktirdiği paralar çok büyük rakamlara ulaşmıştı. Sağır dilsiz bir çoban, ancak sebatlı , işden korkmayan, iyilik sever bir insan evaldı idi. Onu İbrahim beyden aldığı terbiye, Elvan ananın sevgi dolu yüreği eğitmişti. Cahildi ama, insanlığın bütün temiz özelliklerini taşıyordu.
Üvey  kardeşlerinin teker teker ölümü onu ziyadesiyle üzmüş isede artık onların evlatları onu ziyarete gelir, köyde misafir olurlardı. 1992 yılında Dr. İbrahim , hanımı ile çıka geldi. Kızları Eminenin küçücük bir oğlu vardı. Emine onu ilk önce teyzesi Emineye verdi. Sonrada Yavaş enişteye, öylesine masum, öylesine sevimli idi ki, Yavaşın o kalın nasırlı ellerini sıkı sıkı tutmuş bırakmak istemiyordu. Yavaş onu çok sevdi... adını sordu İbrahim dediler. Gözleri doldu birden, demek O muhterem adam yaşıyordu, en azından adı yaşıyordu.
Aniden birgün hastalanan Emine kalp krizinden vefat etti. Yavaş kendini öz kardeşi gibi seven bu hanım efendiyi, anne babasının yanına gömdü. Onlara bir anıt mezar yaptırmıştı.
Benimle son zamanlarında tanıştı, bir asırlık bir ömrün kahramanı idi O. Kıbrısın 20 inci yüzyılını acısıyle tatlısıyle yaşamış bir beyefendi idi. Bana diğer köylüler gibi hiç kahve, çay parası ödetmedi. Benimle , işaret sohbetine bayılır, kendini anladığım için, çok büyük bir haz duyardı.
Son artık davarını azaltmış, 20 tane kuzu bırakmıştı. Zeynep hanım da  yaşlanmış, hiç cocukları olmamıştı. Birde kara köpeği  vardı, nereye gitse, onu boşlamaz, hiç yanından ayrılmazdı... Davarı tek başına idare eder, insan gibi ne yapacağını bilirdi. Bir akşam üstü eve giden son yokuşu çıkarken Yavaş yığılıp kaldı. Köpeği hemen havlamaya başladı süratle yüzünü yalıyordu. Köylüler koştu onu kaldırmak istediler, ancak çok geçti, kımıldamıyordu. Derhal ambulansa telefon ettiler. Çok geçmeden ambulans geldi fakat artık çok geçti...
Ertesi gün Cumaaydı, öğlen namazını ardından,Musalla taşında yatan cenazesi, mahşeri bir kalabalık tarafından uğurlanıyordu. Kimler yoktu ki , Cumhur Başkanından,  Başbakandan tutunda , birçok Millet vekilleri, Doktorlar, Avukatlar, Bankacılar, varoş köylerden gelen köylüler, kendi köylüleri ve hatta en dikkatı çeken genç bir Papaz ve yanında artık yaşlanmış Andrea ile birkaç cira... köy halkını en çok taacübde bırakan sey, genç papzın, Dilsiz Yavaşa nekadar benzeyişi idi. Meğer Maria nın oğlu imiş...
Cenaze mersiminden sonra , herkes mezardan ayrılmış ancak, kara köpeği, çiçeklerle dolu mezarın başından ayrılmamıştı. Günler geçti , haftalar geçti, nihayet bir de baktılar ki kara köpek de sahibinin yanında ölmüş. BU NE VEFA İDİ, BU NE SEVGİ...
YAVAŞ BÜTÜN MİRASINI DR. İBRAHİMİN TORUNU İBRAHİME BIRAKMIŞ, O NASIRLI ELLERİNİ SIKI SIKI TUTAN KÜÇÜK İBRAHİME...
BİR ASIR İŞTE BÖYLE GEÇTİ... 20. YÜZYILIN KISACA HÜLASASI... BAKALIM 21 YÜZYILDA AYNİ VEFA AYNİ SAYGI, AYNİ SEVGİ KALACAKMI?
SAYGILARIMLA