İsmail BOZKURT

İstanbul, hakkında çok yazılan dünya kentlerinden biridir. Lale Devri’nin ünlü şairi Nedim’in dediği gibi:  

 

“Bu şehr-i Sitanbul ki bî mislü behâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır

 

Bir gevher-i yekpâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır”

Bugünkü Türkçeyle İstanbul şehrinin paha biçilemez olduğunu söyler Nedim. “Yalnızca bir taşına Acem (İran) mülkünün tamamı feda edilir.” Yani İstanbul’un tek taşı bile İran’dan değerlidir. Dahası, İstanbul “iki deniz (Karadeniz ve Marmara) arasında eşsiz bir cevherdir, dünyaya ışık saçan güneş ile kıyaslansa yeridir.”

Dileyen okuyucular tıklayarak 28 beyitlik kasidenin tümüne ulaşabilirler.

***

İstanbul’a ilk gidişimin üzerinden 63 yıl geçti. 1958’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmiş, 1959 yılı içinde İstanbul’a da giderek orada 8-10 gün kadar kalmıştım. Evinde beni konuk eden, babamın amcakızı Sıdıka Hala’nın evi Kadıköy’de idi.

İstanbul bizim için “rüya şehir” gibi bir şeydi o zamanlar!  Günümüzdeki gibi bir tıklama ile hakkında sınırsız bilgiye ya da görsel malzemeye ulaşma olanağımız yoktu. Turistik tanıtma malzemesi da bulunmuyordu. Lisede okuduğumuz tarih dersinden ve daha çok edebiyata yansımasından, Nedim’in yukarıda değindiğim kasidesinden, Tevfik Fikret’in “Sarmış yine âfakını bir dûd-i muannid / Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid” (Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan) diye başlayan “Sis” şiirinden, roman ve öykülerden öğrenmiştik İstanbul’u! Deniz demekti o zamanlar İstanbul, tarih, doğa, romantizm, güzellik, aşk, insanlık demekti. 

Geçen 63 yıl içinde çok kez gidip geldim ve birçok yerini dolaştım ama hiçbirinde ilk gidişimdeki kadar gezmedim İstanbul’u!

Giderek kalabalıklaşıyordu, büyüyordu, altyapısı inanılmaz oranda gelişiyordu, çevre felaketine doğru gidiyordu, trafik karmaşıklaşıyordu ama her gidişimde İstanbul yine İstanbul’du ve her gidişte  “keşfedilecek” yerleri vardı.

Bu arada hiç bitmeyen ve yaşam boyu süreceği kesin olan nice güzel dostluklar yaşadım, dost kazandım İstanbul’da!

***

Corona salgınından sonra ilk kez 4-9 Kasım (2022) arasında bulundum İstanbul’da! 7 – 8 Kasım’da gerçekleştirilen “4. Uluslararası KIBATEK Kıbrıs Türk Edebiyatı Ve Edebiyatçıları Sempozyumu vardı. İstanbul gidişlerimde genellikle Avrupa yakasında kalırım. Bu kez Kadıköy’de, Marmara Üniversitesi Konukevi’nde konakladım.  

Her yerde ama özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde taksicilerle sohbet ederek çok şey öğrenebilirsiniz. Onca gidişimde taksi sıkıntısı çekmemiş ve taksicilerle bolca sohbet etmiştim. Ne yalan söyleyeyim, bu kez İstanbul’u çok değişik gördüm.  Hele hele taksi bulmakta zorluk çektim ve taksicilerle sohbet edemedim.

Aslında Sabiha Gökçen’den Konukevi’ne gidişte her şey alışılmış biçimdeydi. Genç taksi şoförümüz saygılıydı.  Oldukça da sohbet ettik.

Aynı gün öğleden sonra, genç arkadaşım Hüseyin Ezilmez’le birlikte KKTC İstanbul Başkonsolosluğu’nu ziyaret edecektik.  Konukevi resepsiyonundaki görevliden bir taksi çağırmasını rica ettim. Üç taksici karşıya yani Avrupa yakasına geçmeyi reddetmiş.

“Nasıl reddeder” diye sormayın, reddetti işte!

Bizi karşıya götürmeyi kabul eden genç taksicimiz yol boyunca telefonda konuşup durdu. Yoğun bir trafik bulunca da, “sizi burada indireyim, kalan birkaç yüz metreyi yürüyerek gidersiniz” demez mi? Elbette ki kabul etmedim. “Peki” dedi genç sürücü ama öyle bir şey yaptı ki! “Burası” diyerek bizi bıraktığı yer, bizi götürmesi gereken adres değildi. Dolanıp durduk bir süre! Yorulunca bir kafeye oturduk ve Başkonsolos Seniha Hanım’ı arayıp ona randevuya gidemeyeceğimizi söyledim. Sağ olsun bir araba gönderip bizi aldırdı.  Geriye de onun sağladığı araçla döndük.     

 5 Kasım Cumartesi günü, benim İstanbul’daki “eşsiz” dostum Ali Uğur bana geldi. Bir süre sohbet ettik ve Boğaz’a gitmek için hareketlendik. Konukevi resepsiyonunda gençten bir adam olan görevli, “burası artık İstanbul değil, Arabistanbul” dedi. Araplar’ın taksilere fazladan bolca para verdiğini, bu bakımdan boş taksi bulmanın zor olduğu açıklamasını da yaparak, “ana caddeye çıkın, şanslıysanız bir taksi çevirirsiniz” önerisinde bulundu.

Kısa keseyim. Ali Uğur Bey, çıktığımız ana caddede çok sayıda taksi çevirmeye çalıştı ama başaramadı. Boş olarak geçen taksiler durup yolcu almıyordu. Neden sonra bir dolmuşla Kadıköy’e inebildik ve nasılsa oradan çevirebildiğimiz bir taksi ile Kuzguncuk’ta, denize sıfır süper bir lokantaya ulaşabildik.  

Dönüş de maceralı oldu. Taksi bulmak yine mümkün olmadı. İki dolmuş değiştirerek Kadıköy’e ulaşabildik ve ancak orada bir taksi bulabildik. Ali Uğur Bey o taksi ile beni bıraktıktan sonra ayni taksi ile evine döndü.

Bu taksi maceraları dolayısıyla 6 Kasım Pazar günü ile sonraki günler Üniversite Kampusü’nden ayrılmadım. 9 Kasım günü ise Sabiha Gökçen’e, yine genç arkadaşım Hüseyin Ezilmez’le birlikte Üniversite’nin sağladığı bir araçla gittik.

Tabii şunu belirteyim ki taksi sorunu, İstanbulluları doğrudan etkilemiyor. Çünkü İstanbul’un toplu taşıma sistemi yaygın! Otobüs var, metro var, vapur var, dolmuşlar var.

***

 Bu son gezimde İstanbul’un çok hoşuma giden iki yönüne de kısaca değinmek istiyorum. Boğaz’daki (Kuzguncuk’ta) balık - rakı masamız muhteşemdi. Orada olduğumuz saat yaklaşık 14 – 21 arasında mekân dolup dolup boşaldı.

Boğazı ve tüm salonu görebilecek bir konumda oturuyordum. İki yönlü deniz trafiği her zamanki gibi akıp gidiyordu. Müşteri profili ise daha önce gördüklerimden farkıydı. İstanbul’un bu tip mekânlarında daha çok orta yaşta insanlar görürdüm geçmişte! Bu kez genç insanlar ve kadınlar kesinlikle çoğunluktaydı. Yukarıda da yazdığım gibi, “keşfedilecek” yerleri olduğu kadar keşfedilecek başka şeyleri de vardı İstanbul’un!  

Sözün kısası her şeye karşın İstanbul İstanbul’dur, “şehr-i Sitanbul”dur.